Selmân-ı Fârisî (r.a.)


Ebu Abdillah Selman el-Farisi (ö. 36/656)

Selmân, mecusiler arasında dünyaya gelmişti.
Ateşe tapan insanlar arasında kü­çük bir çocuktu.

Babası Büzahşan, İran’ın çiftlik ağalarındandı.
Oğlunu çok se­ver, yanından ayırmaz, sanki kaçıp gidecekmiş gibi evden dışarı çıkarmaktan korkardı.
Selmân yetişkinlik çağına girdiği sıralar, mecusilerin ibadet yerine gider, oranın
fah­rî bekçiliğini yapardı.

Mukaddes sayılan ateşin sönmemesi için de­vamlı yakardı.
Sel­mân, birgün Hıristiyanların ibadet ettiği bir ki­liseyi gördü.
Nasıl olup bittiğini bilmeden ayine katılan Selmân, çiftliği, köyü unutup akşama kadar orada kaldı.
Âdeta kendisin­den geçen Selmân, bu ayinden aldığı zevki, babasının dininden aldığı zevkten daha tesirli buldu.
Ayinde bulunan Hıristiyanlardan, dinleri hakkında bilgi aldı.
Bu dinin aslının nerede bulunduğunu sordu.
Onlar da Şam tarafını işaret etti­ler.

Babası, izinsiz kaybolduğu için hiddetlenmişti.
Selmân başından geçenleri anlattı.
Açıkça, mecusiliği beğenmediğini, onun kendisini tatmin etmediğini,Hıristiyanlığı daha üstün bulduğunu söyledi.

Babası, söylediklerinden dolayı Selmân’a şiddetle kızdı.
“Bunları nasıl söyleyebiliyorsun?!” diye onu azarla­dı.
Fakat Selmân fikrinde ısrar ediyordu.
Babası, ayaklarına zincir vurarak Selmân’ı hap­setti.

Selmân bir gün, bir yolunu bulup zincirleri çözdü, evden gizlice kaçtı.
Şam ta­raf­la­rı­na gitmekte olan bir kervana katıldı.

Şam’a vardığında, Hıristiyanlığın en ileri geleniyle görüşmek istediğini söyleyince, onu papazın huzuruna çıkardı­lar.
Selmân, papaza, dinlerini kabul ettiğini, yanlarında kalıp hizmet etmek iste­diğini söyledi.
Fakat papaz sahtekârın birisiydi.
Halktan topladığı paraları ken­disi için biriktiriyor, onları aldatıyordu.
Çok geçmeden papaz öldü.
Selmân du­rumu halka açıkladı.
Altınları sakladığı öğrenilince, papazın cenazesi halk tara­fından taşa tutuldu.

Ölen papazın yerine gelen din adamı, Selmân’ın beklediği ve benimsediği bir insandı.
Dünyaya ehemmiyet vermeyen, gece-gündüz ibadetle meşgul olan, dinî vecd ve heyecanla kendisinden geçen bu zat da çok geçmeden hastalandı ve Selmân’a çok tesir eden şu nasihati yaptı: “Evladım, bugün dünya helaket girdabında yüzüyor.
Hak dini değiştirip emir ve yasakların çoğunu terk ettiler.
Benden sonra Musul’daki falan kimseye git­meni tavsiye ederim, çünkü o da benim yolumdadır.”

Selmân, bu zatın vefatından sonra Musul’a gitti.
En iyiye, en güzele ve haki­kate varmak arzusuyla didiniyor, araştırıyor, dağlar dereler aşıyordu.

Musul’a ulaşınca papazı buldu.
Gerçekten bu da, ölen papaz gibi dinine bağlı biriydi.
Fakat hayatının son yıllarını yaşıyordu
Sanki iyilerin hasat mevsimi yaşanıyor, birer birer ebedî âleme göçüyorlardı.

Selmân, Musul’dan Nusaybin’e, oradan da Amuriye’ye Anadolu’da Sivrihi­sar’ın o zamanki adı geçti.
Amuriye’deki zatın Sel­mân’a nasihati, hepsinden daha ibretli, daha düşündürücü, daha hikmetliydi.
“Oğlum, dünyada artık bizim mesleğimiz ve yolumuz üzerinde bulunan kim­seyi tanımıyorum.

İbrahim’in dini üzerine gönderilecek peygamberin gelmesi yakındır.
O, Arap topraklarında zuhur edecek, sonra iki taşlık arasında bir yere hicret edecektir.
Bu iki taşlık arası hurmalıktır.
Onun üzerinde bazı alamet ve işaretler olacaktır.
Hediyeyi kabul edip yiyeceği hâlde, sadakadan yemeyecek­tir.

Ayrıca iki küreği arasında ‘Nübüvvet Mührü’ bulunacaktır.
Bir yolunu bu­lursan benden sonra o
diyara gidersin.”

Selmân’ın gözü şimdi Arabistan taraflarına gidecek bir kervandaydı.
“Ara­yan bulur.” gerçeği nihayet tahakkuk etti.
Parasına karşılık kervancılarla yolcu­luk için anlaştı.
Günlerce kızgın çölde yol aldılar ve “Vâdi’l-Kura” denilen yere ulaştılar.
Ker­van bu­rada konakladı.
Kervancıların içinde bulunan bazı zalim kimseler Selmân’ı köle olarak bir Yahudi’ye sattılar.

Selmân hayatını bundan böyle bir Yahudi’nin kölesi olarak ge­çirecekti.
 Yahudi’nin bahçesinde çalışırken bile, “Aca­ba iki taşlık arasındaki hurmalık burası olmasın?!” diye içinden geçiriyordu.
Bir gün yine bahçede çalışırken, Kurayzaoğullarından biri çıkageldi.
Varlıklı bi­ri olan bu zat, Yahudi’den Selmân’ı satın aldı.

Ne var ki, yeni sahibinin kendisini getirdiği yer Medine idi.
Selmân, Medine’yi görür görmez tanımıştı.
Yıllardır ha­yalinin peşine takılıp koştuğu, muhayyilesinde canlandırdığı “iki taşlık arasın­daki hurmalık” gerçek oluyordu.
Bütün kâinatın beklediği nur doğdu.
Hz. Muhammed’e (a.s.m.) peygamberlik vazifesinin geldiği duyul­du.

İki ki­şi bir araya gelse, Mekke’de peygamberlik dava eden, o mukaddes ve mualla in­kılabı hazırlayan Yüce Peygamber’den söz ediyordu.
Mekke’den de epeyce uzakta bulunuyordu.
Sahibinin bir akrabasının, öteden
söylene­rek geldiğini gördü: N’oldu, biliyormusun?”
Selmân’la sahibi dikkat ke­sildiler, “N’oldu?” dedi Selmân’ın sahibi.

Adam, “Mekke’de peygamber olduğunu söyleyen bir adam var ya, kalkmış, buraya gelmiş.
Kuba’da, kalabalık, etrafına toplanmış, anlattıklarını dinliyordu.
Bun­dan böyle bize huzur yok!”diye cevap verdi.

Selmân, ürpertiyle yığılıp kaldı.
“Ne dedin, ne dedin?” diye heyecan ve hayretini, sevinç ve neşesini gizleyemedi.
Köle olduğunu unutmuştu.
Öfkeyle irkilen sahibi, “Bundan sa­na ne, nasıl işini bırakıp söze karışıyorsun?!” diyerek, kızgınlıkla Selmân’a bir tekme sa­vurdu ve onu yere yıktı.

Akşam hava kararınca gizlice Kuba’nın yolu­nu tuttu.
Re­sû­lul­lah’ın huzurundaydı ar­tık: “Sizin salih bir insan olduğunuzu duydum.
Yanımda biriktirdiğim bir miktar sadakam var, lütfen kabul eder misiniz?”

Allah’ın Resûl’ü, sadakayı aldı, yanındaki sahabilere dağıttı.
Kalbindeki düğümlerden biri daha çözülmüştü.
Tekrar bir şeyler biriktirmeye başladı.
O sıra Re­sû­lul­lah’ın Medine’ye geldiği­ni öğren­di.
Sadakayı yemeyen Re­sû­lul­lah’ın, hediyeden yeyip yemeyeceğini öğ­renmek istiyor­du.
Bir yolunu bulup aceleyle Allah’ın Resûl’ünün (a.s.m.) huzuruna vardı.
“Bu sefer arz ettiğim, bir hediye olarak hazırlanmıştır.” dedi.
Re­sû­lul­lah, hediye olarak getirilen yiyecekten “Bismillah!” diyerek yedi ve yanındaki sahabilere de yemeleri için verdi.

Böylece bir başka sır daha çözülmüştü.
Şimdi sıra, rahibin üçüncü söylediğine, “Nübüvvet Mührü”ne gelmişti.
Bunu nasıl yapacak, nasıl öğrenecekti?
İki kürek kemiği arasını nasıl görebilecekti ?
Tereddüt ve üzüntüyle dolu iken,
Re­sû­lul­lah’ın Baki Kabristanı’nda olduğunu haber aldı.
Peygamberimiz, vefat eden bir sahabinin cenazesi için buraya gel­miş bulunuyordu.
Selmân fırsatı kaçırmak istemedi.
Hemen koşup kabristana vardı.
Re­sû­lul­lah’ı sahabilerle sohbet ederken buldu.
Re­sû­lul­lah’ın üzerinde iki parçalı ihram elbisesi bulunuyordu.
Selmân selam verip Re­sû­lul­lah’ın arka tara­fına geçmek istedi.
Re­sû­lul­lah, Selmân’ın meraklı ve telaşlı hâlini sezdi ve he­men ridasını sıyırarak sırtındaki “Nübüvvet Mührü”nü görme­sini sağladı.

Selmân, Re­sû­lul­lah’ın ayaklarına kapanıp hıçkırıklarla ağladı.
Hz. Selmân, Müslüman olduktan sonra gerçek hürriyete kavuşmuştu.
Peygamberimizin gönlü bu kimsesiz sahabisinin köle olarak ha­yatını devam ettirmesine razı değildi.
O devirde köleler, efen­dilerinin istedikleri para­yı temin edip verirse, anlaşmaya göre hürriyetlerine ka­vuşabiliyorlardı.
Peygamberimiz de Hz. Selmân’a, böyle bir anlaşma yaparak hürriyetine kavuşabileceği fikrini verdi.
Hz. Selmân bu hususu Yahudi’ye açtıysa da onu razı edemedi.
Sonunda Hz. Selmân’ın veremeyeceğine inandığı ağır bir bedel istedi.
Peygambe­rimiz (a.s.m.) bunu haber alınca, Ashâb’a, “Karde­şinize yardım ediniz.” buyurdu.
Hz. Selmân kölelikten kurtulduktan sonra Peygamberimizin hizmetine girdi.
İhtiyaçları Ashâb tarafından karşılanan ve kendilerini tamamen Peygamber Efendimizin sohbetine ve ondan ilim tahsil etmeye hasreden “Suffe Ashâbı”
arasına girdi.

Peygamberimiz kendisini Ebû’d-Derdâ ile kardeş yaptı.
Re­sû­lul­lah’ın yanında Hz. Selmân’ın ayrı bir yeri vardı.
Bir hadislerinde bunu şöyle beyan buyururlar: “Allah bana Ashâbımdan hususi olarak dört kişiyi sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emretti.
Bunlar Ali, Mikdad bin Esved, Selmân ve Ebû Zer’dir.”

Müşrikler Uhud Savaşı’nda kesin bir netice elde edememişlerdi.
Hicret’in 5. yılında kalabalık bir ordu hazırladılar.
Bu defa Müslümanların tamamı­nı ortadan kaldırma emelini besliyorlardı.
Maddi bakımdan bu azgın müşrik gü­ruhuna Müslümanların karşı durmaları zordu.

Diğer taraftan Medine üç taraftan açık bir şehirdi.
Bu itibarla müdafaası son derece güçtü.

Peygamberimiz,her zaman olduğu gibi sahabileriyle istişare etti.
Onlar da teker teker görüşlerini açıkladılar.

Sıra Hz. Selmân’a geldi.
Selmân fikrini şöyle açıkladı:
“Yâ Re­sû­lal­lah!
Bizler İran’da düşman süvarilerinin hücumuna karşı bazen etrafımızı hendekle çevirirdik.
Şimdi de böyle yapamaz mıyız?”
Hz. Selmân’in bu fikri başta Peygamberimiz olmak üzere bütün Müslümanla­ra cazip geldi.
Hepsinin hoşuna gitti.
Re­sû­lul­lah, sahabilerle birlikte Medine’yi savunmak için hendek kazılması gereken yerleri tespit etti.
Daha sonra da Müslümanları gruplara ayırarak herkese kazacağı yeri gösterdi.
Hendek kazma işine Muhacir ve Ensar’dan genç-ihtiyar herkes katıldı.
Hendek kazma işi devam ederken Peygamberimiz, “Allah’ım! Ahiret saadetinden başka saadet yoktur;
Sen Ensar ile Muhacir’i affet!” diye dua ediyordu.

Müslümanlar da hep bir ağızdan, “Biz sağ oldukça Allah yolunda cihat etmek üzere Re­sû­lul­lah’a biat ettik, söz verdik!” diye mukabelede bulundular.
Hendek kazma işinde Selmân-ı Fârisî, Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yeman, Nûman bin Mukarrin ve daha başka sahabilerin bulunduğu bir gruba düşmüştü.
Güçlü kuvvetli bir bünyeye sahipti.
Üstelik bu işte tecrübeliydi.
10 kişilik yeri tek başına kazabiliyordu.
Gözü dönmüş müşriklerin Medine’ye hücum ettiği bir zamanda böyle bir müdafaa üsulü teklif ettiği için Müslümanlar Hz. Selmân’a sahip çıkmada yarışa girmişlerdi.
Muhacirler “Selmân bizdendir.” diyerek onu kendilerinden sayar­ken, Ensar da “Selmân bizdendir.
Biz ona sahip çıkmaya daha layıkız!” diyorlar­dı.
Peygamber Efendimiz, Ensar ile Muhacir’in Selmân hakkındaki bu konuşmalarını işitince hepsinin memnun kalacağı şu sözleri söyledi: “Selmân bizdendir, Ehl-i Beyt’imizdendir.”
Hendek kazma işi devam ederken Hz. Selmân’ın bulunduğu grubun kazdığı yerde büyükçe bir kaya çıktı.
Sahabiler onu kırmak için bir hayli gayret sarf ettilerse de parçalayamadılar.
Ellerindeki bütün aletler kırıldı.
Bunun üzerine Hz. Selmân, Peygamberimizin huzuruna vardı ve “Yâ Re­sû­lal­lah, babalarımız, an­nelerimiz size feda olsun!
Hendeğin ortasında karşımıza beyaz bir kaya çıktı.
Onu kıralım derken elimizdeki bütün kazma ve balyozlarımız kırıldı, âciz kal­dık.
Ne buyurursunuz?
Çizmiş olduğunuz çizgiyi biraz değiştirelim mi, yoksa bu hususta bize vereceğiniz bir emir var mı?” diye meseleyi arzetti.
Peygamberimiz, kayayı kendisine göstermelerini istedi.
Kayayı gösterdiler.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Hz. Selmân’dan balyozu aldı, hendeğin içerisine girdi.
Elin­deki balyozla kayaya kuvvetli bir darbe indirdi.
Kayanın bir parçası kırıldı ve bir şimşek, bir ışık Medine’nin iki kayalığını da aydınlattı.
Peygamberimiz, “Allahü ekber!” diyerek tekbir getirdi.
Sahabiler de tekbir getirdiler.
Re­sû­lul­lah ikinci defa kayaya vurdu.
Kayanın bir parçası daha kırıldı ve yine bir ışık yayıl­dı.
Peygamberimiz de, sahabiler de tekbir getirdiler.
Peygamberimizin son vu­ruşunda kaya tamamen parçalandı.
Diğer seferlerinde olduğu gibi bu defa da ışık çıktı.
Peygamberimizin tekbir getirmesi üzerine sahabiler de “Allahü ek­ber!” diyerek tekrar tekbir getirdiler
Daha sonra Hz. Selmân, Peygamberimizin elinden tutarak hendekten çıkmasına yardım etti.
Sonra da “Yâ Re­sû­lal­lah, anam ba­bam size feda olsun!
Kayaya vurduğunuz zaman ondan bazı parıltıların çıktığını gör­düm.
Bunlar nedir?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz şöyle açıkladı: “Kayaya ilk darbeyi indirdiğim zaman yayılan ve sizin gördüğünüz ışık bana Hire şehrinin köşklerini, kisranın Medâyin şehrini aydınlattı.
Cebrâil, ümmeti­min oralara hâ­kim olacağını haber verdi.
Kayaya ikinci darbeyi indirdiğim za­man yayılan ışık bana Rum ülkesinin kızıl köşklerini saraylarını aydınlattı.
Cebrâil de ümmetimin oralara hâkim olacağını müjdeledi.
Üçüncü darbeyi in­dirdiğim zaman yayılan ışık ise San’a [Yemen] diyarının köşklerini saraylarını aydınlattı.
Cebrâil, ümmetimin oralara da hâkim olacağını haber verdi.
Sevini­niz!
Ümmetim yardım ve zafere nail olacaktır.”
Peygamberimiz bu son cümleyi üç defa tekrar etti.
Sahabiler bu müjde karşısında “Allah’a hamdolsun.
O, vaadinde sadıktır.
Müşriklerin kuşatmasından sonra yardıma nail olacağımızı bize vaat buyuruyor.” diyerek sevindiler.
Peygamberimiz bu müjdeyi verdikten sonra kisranın (İran hükümdarının) Medâyin’deki beyaz köşkünü Hz. Selmân’a tarif etti.
Hz. Selmân, İranlı olduğu için köşklerin vasıflarını biliyordu.
Bu tarif üzerine “Doğru söylüyorsunuz, yâ Re­sû­lal­lah!
Seni hak din ve kitap üzere gönderen Allah’a yemin ederim ki, onun özellikleri aynen böyledir.
Senin Allah’ın Peygamberi olduğuna şehadet ede­rim.” dedi.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) son olarak şöyle buyurdu: “Ey Selmân! Allah benim vefa­tımdan sonra şu fetihleri size nasip edecektir: Şam muhakkak fetholunacak.
Bi­zans hükümdarı Herakliyus, ülkesinin en uzak yerine kadar kaçacak, çekilecek.
Bütün Şam’a size hâkim olacaksınız.
Hiç kimse size karşı koyamayacak.
Ye­men muhakkak fetholunacaktır.
Ondan sonra da kisra öldürülecektir!...”

Peygamberimiz, Ashâbına bu müjdeyi verirken münafıklar dedikoduya başladılar: “Siz korkudan meydana çıkmayıp hendek kazdığınız bir sırada Pey­gamber’in Medine’den Hire köşklerini, kisranın Medâyin’ini gördüğünü ve oraların tarafınızdan fet­ho­lunacağını söyleyip size boş vaatlerde bulunmasına şaş­maz mısınız?!” diyerek onların maneviyatını sarsmaya çalıştılar.
Ancak onların bu dedikoduları, sahabilerin, Peygamberimizin doğruluğuna olan iti­mat­larını zerre kadar sarsmadı.

Nitekim Peygamberi­mi­zin en sıkışık bir zamanda verdiği bu müjde çok geçme­den Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında gerçekleşti.
Müslümanlar bu sayılan şehirleri ve ülkeleri fethettiler.
Hz. Selmân bu müjdeden birkaç yıl sonra, “Ben bütün bunların gerçekleştiğini gördüm.” diyerek Cenâb-ı Hakk’a bu nimetinden dolayı şükretti.
Nihayet müşrikler gelmekte gecikmediler.
Fakat Medine’nin girişinin ge­çilemeyecek derecede hendeklerle çevrildiğini görünce neye uğradıklarını şa­şırdılar.
Müşrikler şimdiye kadar böyle bir harp taktiği görmemişlerdi.

Uzun bir kuşatmadan sonra mağlup ve perişan bir vaziyette Mekke’ye yüzleri üstü dön­mek zorunda kaldılar.
İslam ordusu parlak zaferler kazandı.
İran’ın fethinden sonra Hz. Ömer, Selmân’ı (r.a.) Medâyin’e vali olarak tayin etti.

Hz. Selmân’ın en büyük hususiyetlerinden birisi de cömertliğiydi.
Valilik maaşı olan beş bin dirhemi alır almaz hemen fakirlere dağıtırdı.
Hz. Selmân üç şeye ağlar, üç şeye de gülerdi.
Güldüğü şeyler şunlardı:
(1) Ölüm kendisini aradığı hâlde dünya için ümit besleyen,
(2) Rabb’i kendisinden gaflet etmediği hâlde gaflete düşen
(3) Rabb’inin rızasını mı, yoksa gazabını mı kazandığını bilmediği hâlde
kahkahayla gülen...

Ağladığı üç şey de şunlardı:
(1) Peygamberimizden ve sahabilerden ayrı ka­lışına,
(2) ölüm döşeğine düşerken ölümün korkunç zorluklarıyla karşılaşmaya,
(3) kıyamette Allah’ın huzurundan ayrılırken cennete mi cehenneme mi
gön­derileceğini bilemeyişine…

İslâmiyet’i kabul eden İran asıllı ilk sahâbî.
Asıl adı Mâhbe b. Bûzehmeşân iken müslüman olduktan sonra kendini
Selmân el-Hayr, diye de anılmıştır.

Sahabe Efendilerimiz Radıyallâhü Anh
 

 A  B
 C  D
 E  F
 H  İ
 K  M
 N  O
 R  S
 T  U
 V  Z


 
 
Bugün 132 ziyaretçi (180 klik) kişi burdaydı!

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol