Ebu Bekir-i Sıddîk (ra)
Diğer kaynak : İslam ansiklopedisi

Hazreti Ebu Bekir (r.a.)

Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in en yakın dostu, ilk iman eden hür erkek, Altın Silsile’nin ilk halkası, cennete ilk girecek kişi, ikinin ikincisi, ilk Halife, aşere-i mübeşşerenin ilkidir.

Babası : Ebû Kuhafe,(Osman)
Annesi : Ümmü’l-Hayr Selma’dır.
Babası Ebû Kuhafe,Hz.Ebû Bekir’in halifeligini ve ölümünü görmüstür.
Künyesi Abdullah b. Osman b. Amir b. Amir… b. Murra …et-Teymî’dir. (Teymoğulları)
Hz.Ebu Bekir, Benu Teym’lerin Kureyş kabilesindendir,
(Teymogullari kabilesi Mekke’de önemli bir yere sahipti. Ticaretle uğraşıyorlar, toplumsal temasları ve geniş kültürlülükleri ile tanınıyorlardı.)
Hz.Ebû Bekir’in nesebi Mürre b. Kâ’b’da Rasûlullah’la birlesir.
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, 573 senesinde Mekke’de dünyaya teşrif etti.
(Fil yilindan iki sene birkaç ay sonra)
Efendimiz’den iki yaş küçüktür..
Hz. Ebû Bekir’in üçü kız, üçü de erkek olmak üzere altı çocuğu dünyaya geldi: Bunlar Hz. Âişe, Abdullah, Esmâ, Abdurrahman, (Ümmi Rüman dan)
Ümmü Gülsüm ve Muhammed (r.a.) idi.
Asıl adı Abdülkâbe olup, Islâm’dan sonra Rasûlullah (s.a.s.)’ın ona Abdullah adını verdiği kaydedilir.
Azaptan azad edilmiş mânâsina “atik”; dürüst, sadık, emin ve iffetli olduğundan dolayı da “sıddık” lâkabıyla anılmıştır.
Câmiu’l Kur’an, el-Atik lakaplarıyla da bilinir.
“Deve yavrusunun babası” manasına gelen Ebû Bekir adıyla meşhur olmuştur.
Araplar ona ayrıca“Peygamber’in veziri” derlerdi.

Hz. Ebû Bekir (r.a.), henüz peygamberlik güneşinin dünyamızı aydınlatmadığı o vahşet devirlerinde bile, içi aydınlık bir şahsiyetti.
O dönemde Mekke’nin ileri gelenlerinden olup Araplarin nesep ve ahbâr ilimlerinde meshur olmustur.
- ticaret sebebiyle çeşitli ülkelere gidip geldiğinden kültürlü ve araştıran biriydi. -
Zengindi, itibarlıydı.
Kumas ve elbise ticaretiyle meşgul olurdu; sermayesi kırk bin dirhemdi ki, - bunun büyük bir kısmını İslâm için harcamıştır. - Mekke’de herkes tarafından sevilen ve saygı duyulan bir kimseydi.
Düşkünlere yardım etmeyi severdi.

İslâm’dan önceki 38 yıllık hayatında dahî içki,kumara bulaşmamış, putlara tapmamış, cahiliye âdetlerine iltifat etmemiş,dâimâ nezih ve örnek bir şahsiyet sergilemiştir. (“hanif”)
Yaradılıştan yüksek ruhlu biriydi.
İçinde bulunduğu devrin insani değerler bakımından tam bir çöküş hâli yaşadığını biliyor ve hissediyordu.
Ticaret için Mekke’den bir müddet ayrılacak olsa, döndüğünde ilk ziyaret edip sohbet etmek istediği zat Hz. Muhammed’di (a.s.m.).

Mekke, Hz. Muhammed’e gelen peygamberlik haberiyle çalkalanıyordu.
Bilhassa müşrikler, tapmış oldukları putların Peygamberimiz tarafından kötülenmesini bir türlü hazmedemiyorlardı.
Hz. Ebû Bekir bu sırada, ticaret maksadıyla gitmiş olduğu Yemen’de bulunuyordu.
Mekke’deki bu son gelişmelerden habersizdi.
Döndüğünde, Ebû Cehil ve Utbe bin Muayt olmak üzere, Kureyş ileri gelenleri hemen etrafını sardılar.
Çünkü Hz. Muhammed’in en yakın arkadaşının o olduğunu biliyorlardı
Aslında, arada Ebû Bekir olmasaydı,Peygamberimizi susturmak için çoktan kuvvete başvuracaklardı.
Hz. Ebû Bekir, “Hayrola,” dedi, “bir haber mi var?
Ben yokken bir şeyler mi oldu?”
“Evet, hem de pek büyük bir haber var.
Ebû Tâlib’in yetimi Muhammed, peygamberlik iddiasına kalkıştı!”
“Bunu bizzat kendisi mi söyledi?”
“Evet, kendisi söylüyor ve durmadan putlarımızı kötüleyip duruyor!”
“Demek kendisi söylüyor ha! Kendisi söylüyorsa doğrudur” dedi ve “Şimdi nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu.
“Evinde.” dediler.
Hemen kalkıp doğruca Peygamberimizin yanına gitti.
Bunu bir de kendisinden duymak istiyordu.
Çünkü o biliyordu ki, Hz. Muhammed, hayatında hiç yalan söylememişti.
Bunun için halk kendisine “Muhammedü’l-Emîn” diyordu.

Hz. Ebû Bekir heyecan içinde doğruca Peygamberimizin huzuruna gitti.
Peygamberimiz kapıyı kendisine açtığında tebessüm ediyordu.
Çünkü kendisine inanacak yegâne şahsın Ebû Bekir olacağından emindi: “Ey Ebû Kâsım,” dedi, “peygamberlik iddiasında bulunduğun doğru mu?”
“Evet, ey Ebû Bekir!
Ben, sana ve bütün insanlara Âlemlerin Rabb’i tarafından gönderilmiş bir elçiyim.
İnsanları bir ve tek olan Allah’a inanmaya, putlara tapmaktan vazgeçmeye çağırıyorum.”
(Hz. Ebû Bekir, Hira dağından dönen Hz. Muhammed ile karşılaştığında, Rasûlullah (s.a.s.) ona, “Allah’ın elçisi” olduğunu söyleyip “Yaratan Rabbinin adıyla oku” (el-Alâk, 96/1) diye başlayan âyetleri bildirdiği zaman (bu davet üzerine) hemen ona: “Allah’ın birligine ve senin O’nun rasûlü olduguna iman ettim” demiştir.
Bir an bile duraklamamıştır)

Hz. Hatice’den sonra Rasûlullah’a ilk iman eden odur.

Hz. Ebû Bekir gibi, kavmin güvenilir, itibar edilir ve ileri gelen birisinin Müslüman olması, Hz. Âişe’nin ifadesiyle, Peygamberimizi dünyada en çok sevindiren hadiselerden biri olmuştur.
Bu hadise, Hz. Ebû Bekir’in şeref ve faziletini tek başına ifade etmeye yetecek bir hadisedir.
Nitekim daha sonra bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Ebû Bekir’den başka İslam’a davet ettiğim herkes, önce bir şaşkınlık ve tereddüt geçirdi.
Fakat Ebû Bekir, kendisine İslam’ı anlattığımda ne tereddüt geçirdi, ne durakladı.”

Rasûlullah’a iman eden Hz Ebû Bekir (r.a.) İslâm dâvetçiligine baslamış, Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebî Vakkas ve Talha b. Ubeydullah gibi İslâm’ın yücelmesinde büyük emekleri olan ilk müslümanların bir çoğu İslâm’ı onun dâvetiyle kabul etmişlerdir.
Hz Ebû Bekir Mekke döneminde güçlü kabilelere mensup kişileri Islâm’a kazandırmaya çalıştı, öte yandan müşriklerin işkencelerine maruz kalan güçsüzleri, köleleri korudu; servetini eziyet edilen köleleri satın alıp azad etmekte kullandı.
Bilâl, Habbab, Lübeyne, Ebû Fukayhe, Amir, Zinnire, Nahdiye, Ümmü Ubeys bunlardandır.
Kendisi de Mescid-i Haram’da müşriklerin saldırısına uğramıştı.
(Nitekim bir gün Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, Kâbe’de insanları Allâh’a ve Resûlü’ne îmân etmeye çağırmıştı.
Buna öfkelenen müşrikler, Hz. Ebûbekir’le mü’minlerin üzerine yürüyüp onları şiddetle dövmeye başladılar.
Hele fâsık Utbe, Hz. Ebûbekir’in üzerine çıkıp çiğnedi, yüzünü demir tabanlı ayakkabılarıyla tekmeledi.
Hz. Ebûbekir’in her tarafı kan revân içinde kaldı.
Kabîlesi Teymoğulları, Hz. Ebûbekir’i müşriklerin elinden zorla kurtarıp baygın bir hâlde evine götürdüler.
Öleceğinden korkuyorlardı.
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, ancak akşama doğru kendine gelebildi ve ilk olarak binbir zahmetle: “–Resûlullah nasıl, iyi mi?” diye sordu.
Annesi Ümmü’l-Hayr sürekli: “−Bir şeyler yiyip-içsen!” diye ısrar ediyor, Hz. Ebûbekir ise, sanki onu hiç duymuyormuş gibi: “−Resûlullah ne yapıyor, ne hâldedir?” diye sorup duruyordu.
Gece olunca, binbir güçlükle ve gizlice Dâru’l-Erkām’a gidip Resûlullah’ı görünceye kadar hiçbir şey yiyip içmedi.
Peygamber Efendimiz’i görünce de hemen dizlerine kapanıp: “−Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Resûlâllah!
Benim hiçbir sıkıntım yok.
O habis fâsık beni biraz hırpaladı, o kadar!” dedi.)

Hz Ebû Bekir, İslâm’i teblige gizli gizli devam ediyordu.
Annesi, karısı Ümmü Ruman ve kızı Esma da iman etmiş, fakat oğulları Abdullah, Abdurrahman ve babası Ebû Kuhafe henüz iman etmemişlerdi.

Müsriklerin eziyetleri çoğalıp müslümanlara yapılan baskılar arttıktan sonra Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir’e de Habeşistan’a göç etmesini söylemiş ve Hz Ebû Bekir yola çıkmış; ancak Berkü’l-Gimâd’da Mekke’nin ileri gelen kabilelerinden Ibn Dugunne ile karşılaştığında Ibn Dugunne onu himayesine aldığını ve Mekke’ye dönmesi gerektiğini belirterek, ikisi birlikte Mekke’ye dönmüşlerdir.
Ancak şartlı olarak Hz Ebû Bekir’i himayesine alan Ibn Dugunne, Hz Ebû Bekir’in açıktan açığa ibadet etmesi ve inancını yaymaya devam etmesi sebebiyle şartları yerine getirmediğini iddia ederek ona ibadetini gizli yapmasını söylediğinde Hz Ebû Bekir, onun himayesine ihtiyacı olmadığını, zaten kendisine söz de vermediğini ifade etmişti: “Senin himayeni sana iâde ediyorum.
Bana Allah’ın himayesi yeter.” ....

(Ashâb-ı kirâm, Hz Ebûbekir Efendimiz’in kıymetini bilir; “Onu kızdırırsak, Resûlullah gazaplanır, Resûlullah gazaplanınca da Cenâb-ı Hak gazap eder ve biz helâk oluruz!” diye ona karşı çok dikkatli davranırlardı.
Efendimiz ona şu ebedî müjdeyi vermişlerdi: “–Ey Ebûbekir! Ümmetimden Cennet’e ilk girecek kişi olman sana kâfî değil midir?!” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 8/4652)


Fahr-i Kâinât sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, İsrâ ve Mîrac hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman: “–Ey Cebrâîl! Kavmim beni tasdîk etmez!” dedi.
Cebrâîl (a.s.): “–Ebûbekir Sen’i tasdîk eder.
O sıddîktır.” buyurdu.
(İbn-i Sa‘d, I, 215)
Nitekim müşrikler, Mîraç hâdisesini duyduklarında, derhâl Hazret-i Ebûbekir’e koştular: “–Arkadaşın, bir gece içinde Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıkıp sabah olmadan tekrar Mekke’ye geldiğini söylüyor.
Bakalım buna ne diyeceksin?” dediler.
Hazret-i Ebûbekir: “–O ne söylüyorsa doğrudur!
Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimâl yoktur!
Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım...” dedi.
Müşrikler tekrar: “–Sen O’nu tasdîk ediyor ve bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh: “–Evet! Bunda şaşılacak ne var?
Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tereddütsüz tasdîk ediyorum.” dedi.
Daha sonra Ebûbekir radıyallahu anh, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti.
Olanları bizzat Efendimiz’in mübârek fem-i saâdetlerinden dinledi ve: “–Sadakte (doğru söyledin) yâ Resûlâllah!..” dedi.
Allah Resûlü de, O’nun bu tasdîkinden gâyet memnun kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebûbekir’e: “–Ey Ebûbekir! Sen «Sıddîk»sın!..” buyurdular.
(İbn-i Hişâm, II, 5)
(Ebu Bekir’e; ihlâslı, asla yalan söylemeyen, özü doğru, itikadında şüphe olmayan anlamında, “Sıddık” lâkabı verildi.
Kur’an tâbiriyle, “O, ne iyi arkadaştı ” (en-Nisâ, 4/69) denilebilir.

Hicreti

Kur’ân-i Kerim’de hicret sırasında Rasûlullah’la beraber olmasından dolayı, “…mağarada bulunan iki kişiden biri…” (et-Tevbe, 9/40) şeklinde ondan bahsedilmektedir.
Hz. Ayşe radıyallahu anha şöyle anlatır: “Resûlullah, Ebûbekir’in evine her gün ya sabah ya da akşam muhakkak uğrardı.
Ancak, Allâh’ın kendisine hicret için izin verdiği gün, hiç âdeti olmadığı hâlde, tam öğle saatinde bize geldi.
Babam onu görünce: «–Resûlullah bu saatte gelmezdi. Mutlakâ mühim bir iş olmalı!» dedi
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem içeri girince, babam oturduğu yerden kalkıp yerini O’na verdi.
Babamın yanında ben ve kızkardeşim Esmâ vardı.
Resûlullah babama: «–Odadakileri dışarı çıkar, (mühim bir mesele konuşacağız)!» buyurdular.
Babam: «–Ey Allâh’ın Resûlü, onlar benim kızlarımdır (bir zarar gelir diye endişelenmeyin).
Anam-babam Sana fedâ olsun, bu mühim mesele nedir?» diye sordu.
Resûlullah: «–Allah Teâlâ bana Mekke’den çıkarak hicret etmeme izin verdi.» buyurdular.
Babam: «–Ey Allâh’ın Resûlü! Ben de Sana arkadaşlık edecek miyim?» dedi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz: «–Evet, beraberiz!» buyurdular.
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh, sevincinden hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Vallâhi o güne kadar, bir kişinin sevinçten ağlayabileceğini hiç tahmin etmezdim.”
(İbn-i Hişâm, II, 97-98)
İşte o “Sıddîk” ile o “Emîn”, o iki arkadaş beraberce Sevr dağındakı mağaraya hareket ederek hicret etmişlerdir.
Hz Ebû Bekir’in kızı Hz Esma yolda yemeleri için azıklarını hazırlamıştı.
Onlar Mekke’den ayrılınca müşrikler her tarafa adamlarını yollayarak aramaya başladılar.
Kureyş kabilesinin müşrikleri Ebû Cehil başkanlığında Esma’nın evini aradılar, hakaret edip dayak attılar.
Hz Esma onun nerede oldugunu, nereye gittigini kâfirlere söylememiştir.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) hicret yolculuğuna çıkarken yanına bütün parasını almıştı.
Hicret esnâsında Sevr Mağarası’na doğru giderken Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kâh önünde, kâh arkasında yürüyordu.
Allah Resûlü: “–Ey Ebûbekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordular.
Hazret-i Ebûbekir: “–Yâ Resûlâllah!
Müşriklerin arkanızdan yetişebileceğini düşünüyor, arkadan yürüyorum; ileride pusu kurup bekleyebileceklerini düşünüyor, önünüzden yürüyorum!” dedi.
Daha sonra Sevr Mağarası’na ulaştılar.
Ebûbekir radıyallahu anh: “–Yâ Resûlâllah!
Ben mağarayı temizleyinceye kadar, Siz burada bekleyin!” dedi ve mağaraya girdi.
Mağaranın içini temizledi Eliyle yokluyor, bir delik bulduğunda hemen elbisesinden bir parça kesip orayı kapatıyordu.
Bu minvâl üzere üst elbisesinin tamamını deliklere tıkadı, sadece bir delik kaldı.
Ona da topuğunu koyduktan sonra: “–Artık gelebilirsiniz ey Allâh’ın Resûlü!” dedi.
Hz. Ebûbekir’in üst kısmında elbise olmadığını fark eden Allah Resûlü: “–Elbisen nerede, ey Ebûbekir?” diye hayretle sordu.
Hz. Ebûbekir de yaptıklarını anlattı.
Bu âlicenap davranış karşısında son derece duygulanan Allah Resûlü, mübârek ellerini kaldırarak Ebûbekir için duâ ettiler.
Müşrikler, mağaraya yaklaşırlarken endişeye kapılan Hazret-i Ebûbekir Sıddîk, Resûlullah Efendimiz’e: “–Ben öldürülürsem, nihâyet bir tek kişiyim, ölür giderim.
Fakat Sana bir şey olursa, o zaman bir ümmet helâk olur.” diyordu.
Peygamber Efendimiz ayakta namaz kılıyor, Ebûbekir radıyallahu anh de gözcülük yapıyordu
Bir ara: “–Mekkeliler Sen’i arayıp duruyorlar.
Vallâhi ben kendim için endişelenmiyorum.
Fakat Sana zarar vermelerinden korkuyorum.” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz ise: “–Ey Ebûbekir! Mahzûn olma!
Hiç şüphesiz Allah bizimle beraberdir!” buyurdular.
(İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223-224; Diyarbekrî, I, 328-329)
Rasûlullah bu sırada Kur’ân’da anlatıldığı biçimde şöyle diyordu: “Üzülme, Allah bizimledir” (et-Tevbe, 104/40).
İz süren Mekkeli müşrikler Sevr mağarasına kadar geldiler.
Hz. Ebûbekir orada dolaşıp duran müşriklerin ayaklarını görünce de: «–Ey Allâh’ın Resûlü! Eğer şunlardan biri eğilip aşağıya bakacak olursa mutlakâ bizi görür!» dedi.
Resûlullah ise: “–Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyorsun, ey Ebûbekir?!” buyurdular.
(Buhârî, Tefsîr, 9/9; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 1)
(“üçüncüleri Allah olan ikinin ikincisi” pâyesine erdi.)
Nitekim Allah ona güven vermiş, göremedikleri askerleriyle onu desteklemiştir; Allah güçlüdür, hakimdir.
Kâfirler tüm aramalara rağmen onları bulamadılar.
(Hazret-i Ömer radıyallahu anh, halîfeliği zamanında bâzılarının kendisini Hazret-i Ebûbekir’e radıyallahu anh üstün tutar biçimde konuştuklarını işitmişti.
Bu duruma çok kızdı.
Daha sonra, çileli hicret günleri gözünde canlandı.
Resûlullah ile Hazret-i Ebûbekir’in Sevr Mağarası’nda birlikte geçirdikleri geceyi hatırlattı ve büyük bir hasret içinde şöyle dedi: “−Vallâhi, Hazret-i Ebûbekir’in o gecesi, Ömer’in bütün âilesinden daha hayırlıdır!..”
(Hâkim, III, 7/4268)
Hazret-i Sıddîk, -inşâallah- ucu kıyâmete kadar devam edecek olan Altın Silsile’nin, Peygamber Efendimiz’den sonraki ilk halkası olarak telâkkî edilmiştir.
Resûlullah ona şöyle buyurmuşlardır:
“Sen, Cennet’teki Kevser Havuzu’nun başında ve mağarada benim arkadaşımsın!”
(Tirmizî, Menâkıb, 16/3670)
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem bir gün Mescid’e girmişti.
Bir tarafında Hazret-i Ebûbekir diğer tarafında da Hazret-i Ömer vardı.
Efendimiz onların ellerini tutmuş, şöyle buyuruyordu:
“Kıyâmet günü biz böyle diriltileceğiz.”
(Tirmizî, Menâkıb, 16/3669)
Mağarada üç gün kaldıktan sonra Medine’ye yönelen Rasûlullah ile Ebû Bekir Kuba’ya vardılar.

Kuba’da üç gün kalan Rasûlullah ile Hz. Ebû Bekir nihayet Medine’ye vardılar.

Medine’de Hz. Ebû Bekir humma hastalığına tutuldu.
Hastalık ilerleyip yatağa düştüğünde Rasûlullah, “Allah’ım Mekke’yi bize sevgili kıldığın gibi Medine’yi de bize sevgili kıl, hummayı bizden uzaklaştır’ diye dua ettigi zaman Hz. Ebû Bekir ve hasta olan diğer sahâbîler iyileştiler.

Bu aradâ Hz. Âişe ile Hz. Muhammed (s.â.s.)’in düğünleri yapıldı.

Mescidi Nebî inşâ edildi.

Medine’de kardeşlik tesis edildiğinde Ebû Bekir’in kardeşliği Harise b. Zeyd oldu.

Hz. Ebû Bekir Medine’de Mescidi Nebî’nin inşasına katıldı.

Rasûlullah Islâm’i yaymak ve düşmanlar hakkında bilgi toplamak için seriyye denilen keşif kollarını Medine dışına gönderiyor, bunlara bazen Hz. Ebû Bekir de katılıyordu.
Rasûlullah ile birlikte bizzat çarpıştığı savaşlarda (Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te) Ebû Bekir de yer aldı.

O, Müreysi, Kurayza, Hayber, Mekke, Huneyn, Taif gazvelerinde de bulundu.
Rasûlullah’in bizzat idare ettigi harplere gazve denir.
Ebû Bekir, bu sözü geçen büyük savaşlardan başka, otuzdan fazla gazveye katılmıştır.
Çarpışma olmaksızın Veddan, Buvat, Bedr-i Ûlâ, Useyre gazveleriyle de düşmanlar itaat altına alınmıştır.
Bütün bu gazvelerde Hz. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın en yakınında yer almış olup onun “veziri” gibi idi.

Bedir’de, oglu Abdurrahman müşrikler safında yer aldığında Ebû Bekir oğluyla çarpışmıştır.
Sadece o değil, Bedir’de birçok sahâbî, oğlu, kardeşi, babası, dayısı ile çarpışmıştı.
Bedir savaşı, müslümanların İslâm’i herseyden üstün tuttuklarını, Allah için en yakınları olan müşrikleri kan bağı veya kabile taassubu içinde kalmadan, başka insanlardan ayırdetmeden öldürdüklerini göstermektedir.
Rasûlullah’ın bir amcası Hamza, Islâm ordusu safındayken öteki amcası Abbas, düşman safındaydı.
Yeğeni Ubeyde kendi yanındayken, öteki yeğenleri Ebû Süfyan ve Nevfel müşriklerle beraberdi.
Hattâ kızı Zeyneb’in eşi Ebû’l-As da Rasûlullah’a karşı müşriklerle birlikte savaşıyordu.

Hicretin 9. yılında Medine’de büyük bir kıtlık oldu.

Bu arada Bizans imparatoru, Şam’da Hicaz bölgesini istilâ etmek üzere büyük bir ordu hazırladı
Rasûlullah, bu orduya karşı İslâm ordusunu hazırlarken, kıtlık sebebiyle zorluklarla karşılaştı
Ebû Bekir malının hepsini bu ordunun hazırlanmasında kullandı.
Onuncu yılda “Vedâ Haccı”nda bulunan Allah’ın Rasûlü, onbirinci yılda hastalandı.

Hz. Ebûbekir’in Babasının Müslüman Olması

Hz. Ebûbekir’in radıyallahu anh şu hâli de onun fenâ fi’r-Rasûl makâmında nasıl da zirveleştiğini, ne güzel ifâde etmektedir:
O, Mekke Fethi’nde, gözleri görmeyen ihtiyar babasını Müslüman olmak üzere Allah Resûlü’nün huzûruna getirmişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz: “–Ebûbekir! İhtiyar babanı niye buraya kadar yordun?
Biz onun yanına gidebilirdik.” buyurdular.
Hazret-i Ebûbekir ise: “–Onun size gelmesi daha münâsiptir.
Bir de Allah Teâlâ’nın bu vesîleyle babama sevap vermesini istedim.” dedi.
Ebû Kuhâfe radıyallahu anh, bey’at etmek üzere elini Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek eline uzatınca, Ebûbekir radıyallahu anh duygulanıp ağlamaya başladı.
Resûlullah, hayretle niçin ağladığını sorunca da şu müthiş cevâbı verdi: “–Yâ Resûlâllah! Sana bey’at etmek üzere uzanan şu el, babamın değil de, amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da, bu vesîleyle Allah Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi!
Çünkü Sen, onu çok seviyor ve îmân etmesini çok istiyordun…”
(Bkz. Heysemî, VI, 173-174; İbn-i Sa‘d, V, 451)

Hilâfeti

Hicrî onbirinci yılda hastalanan Rasûlullah (s.a.s.) 13 Rebiyülevvel Pazartesi günü (8 Haziran 632) vefât etti.
Onun vefâtını duyan müslümanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar ve ilk anda ne yapmaları gerektigine karar veremediler.
Ama o da bir ölümlüydü.
Hz. Ömer, onun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O’nun için “öldü” diyen olursa ellerini kesecegini söylüyordu.
Ebû Bekir, Rasûlullah’ın iyi oldugu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti.
Vefât haberini duyar duymaz hemen geldi, Rasûlullah’ı alnından öptü ve “Babam ve anam sana fedâ olsun ya Rasûlullah.
Ölümünde de yaşamındaki kadar güzelsin.
Senin ölümünle peygamberlik son bulmuştur, şânın ve şerefin o kadar büyük ki, üzerinde ağlamaktan münezzehsin.
Yâ Muhammed, Rabbinin katında bizi unutma; hatırında olalım …” dedi.
Sonra dışarı çıkıp Ömer’i susturdu ve; “Ey insanlar, Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.
Allah apaçık hakikattir.
Muhammed’e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüştür.
Allah’a kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, bâkî ve ebedîdir.
Size Allah’ın şu buyruğunu hatırlatırım:
“Muhammed sadece bir elçidir.
Ondan önce de peygamberler gelip geçmistir.
Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz?
Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir ziyan veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır” (Âl-u imrân,3/144).
Allah’ın kitabı ve Rasûlullah’ın sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasını ayıran sapıtır.
şeytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın.
şeytanın size ulaşmasına fırsat vermeyiniz”
(Ibn Hisâm, es-Sire, IV, 335; Taberî, Târih, III, 197,198).
Hz. Ebû Bekir bu konuşmasıyla orada bulunanları teskin ettikten sonra Rasûlullah’ın teçhiziyle uğraşırken, Ensâr, Benû Sâide sakifesinde toplanarak Hazrec’in reisi olan Sa’d b Uhâde’yi Rasûlullah’tan sonra halife tayini için bir araya gelmişlerdir.
Ebû Bekir, Hz. Ömer, Ebû Ubeyde ve Muhacirlerden bir grup hemen Benû Saîde’ye gittiler.
Orada Ensâr ile konuşulduktan ve hilâfet hakkında çeşitli müzakereler yapıldıktan sonra Hz. Ebû Bekir, Ömer ile Ebû Ubeyde’nin ortasında durdu ve her ikisinin ellerinden tutarak ikisinden birine bey’at edilmesini istedi.
O, kendisini halife olarak öne sürmedi.
Hz. Ebû Bekir’in konuşmasindan sonra Hz. Ömer atılarak hemen Ebû Bekir’e bey’at etti ve, “Ey Ebû Bekir, müslümanlara sen Rasûlullah’ın emriyle namaz kıldırdın.
Sen onun halifesisin ve biz sana bey’at ediyoruz.
Rasûlullah’a hepimizden daha sevgili olan sana bey’at ediyoruz” dedi
Hz. Ömer’in bu âni davranışı ile orada bulunanların hepsi Ebû Bekir’e bey’at ettiler.
Bu özel bey’attan sonra ertesi gün Mescid-i Nebî’de Hz. Ebû Bekir bütün halka hutbe okudu ve resmen ona bey’at edildi.
Resûlullah onlar hakkında: “Benden sonra Ebûbekir ve Ömer’e tâbî olunuz!” buyurmuşlardı.
(Tirmizî, Menâkıb, 16/3662)
Bir kadın, Peygamber Efendimiz’e gelip bir meselesini arz etmişti.
Allah Resûlü de ona bâzı tavsiyelerde bulunmuş, bunları yaptıktan sonra tekrar kendisine gelmesini söylemişti.
Kadın: “–Ey Allâh’ın Resûlü, geldiğimde Siz’i bulamazsam ne yapayım?” diye sordu
Bu sözüyle Efendimiz’in vefâtını kastediyordu.
Resûlullah: “–Beni bulamazsan Ebûbekir’e git!” buyurdular.
(Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 5; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 10; Tirmizî, Menâkıb, 16/3676)
Rasûlullah’ın defni salı günü gerçekleşirken, onun nereye defnedilecegi hakkında da bir ihtilâf meydana geldiginde Hz. Ebû Bekir yine firasetini ortaya koydu ve “Her peygamber öldügü yere defnedilir” hadisini ashaba hatırlatarak bu ihtilâfı giderdi.
Rasûlullah’ın cenaze namazı imamsız olarak gruplar halinde kılındı
Bütün bunlar olurken, Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’nın evinde Haşimoğulları ve yandaşları ile toplandığı ve bey’ata ilk zamanlar katılmadığı nakledilir.
Hz. Ali rivâyetlere göre, el-Bey’atü’l-Kübrâ’ya bey’at edildigi haberini alır almaz, elbisesini yarım yamalak giydigi halde evden fırlamış ve gidip Hz. Ebû Bekir’e bey’at etmiştir
(Taberî, Târih, III, 207).
Ebû Ubeyde (r.a.) Beytülmâl işlerine yardımcı oldu, Hazret-i Ömer kadılık vazifesini üstlendi.
Hazret-i Ali de Ebûbekir Efendimiz’e kâtiplik ve müşâvirlik yaptı.
Anlasmazlık gibi görünen hâdiselerin birçoğunda huy ve karakter farklılığı rol oynuyordu.
Meselâ Ebû Bekir yumuşak ve sâkin davranırken, Ömer sertlik yanlısıydı.
Ama her zaman birlikte hareket ettiler.
Ebû Bekir’in yönetiminde, Hz. Ali ve Zübeyr b. Avvam Ridde savaşlarında kararların içinde, namazlarda Ebû Bekir’in arkasında yer almışlardır
(Ibn Kesir, el-Bidâye ve’n Nihâye, V, 249)
Hz. Ali, Rasûlullah’ın bir vasiyeti olsaydı ölünceye kadar onu yerine getireceğini söylemiş (Taberî, a.g.e., IV, 236) ancak, Ibn Abbas’ın Rasûlullah hastalandığı zaman ona gidip hilâfet işini sormak istemesini geri çevirmiştir.
Yani Hz. Ebû Bekir’in halifeliğine karşı kimseden bir çıkış olmamıştır.
Zaten tabii, fitrî, akli ve maslahata uygun olan da onun halifeliğidir.
Hz. Peygamber ölmeden önce yazılı bir ahidname bırakmamış,ancak Hz. Ebû Bekir’in faziletine dair Mescid’de konuşmuş, hasta yatağındayken onu israrla çağırtmış ve yerine imam tâyin etmiştir.
Hz. Ebû Bekir, kendisine Rasûlullah’ın mirasından pay almak için gelen Hz. Fâtıma’ya, “Rasûlullah’ın yaptığı hiçbir şeyi yapmaktan geri durmam” diyerek, Fâtıma’nın peygamberin kızı olmasını dinin üstün tutulmasından daha önemsiz görmüş ve Rasûlullah’ın yanındayken ondan ne duymuş, ne görmüşse onu tatbik etmiştir
(Taberî, III, 220)
Sonraları Hz. Ali’nin hilâfeti zamanında Fâtıma’ya -ki, Ebû Bekir’e gidip miras isterken onu savunmuştu- mirastan hiçbir şey vermemesi de ashâbın Rasûlullah’ın sünnetine nasil itaat ettiklerinin delilidir
(Ibn Teymiye, Minhâc’üs-Sünne, III, 230)
Hz. Ebû Bekir “Rasûlullah’in Halifesi” seçildikten sonra Mescid’de yaptığı konuşmada, “Sizin en hayırlınız değilim, ama başınıza geçtim; görevimi hakkıyle yaparsam bana yardım ediniz, yanılırsam doğru yolu gösteriniz; ben Allah ve Rasûlü’ne itaat ettigim müddetçe siz de bana itaat ediniz, ben isyan edersem itaatiniz gerekmez…” demistir
(Ibn Hisâm, es-Sire, IV, 340-341; Taberî, Târih, III, 203)

Mürtedlerle Mücadele,Irak ve Suriye Fütühati

Hz. Ebû Bekir Rasûlullah’ın halifesi olduktan sonra, onun vefâtıyla Arabistan’da Mekke ve Medine dışındaki bölgelerde görülen dinden dönme hareketlerine, yalancı peygamberlere, “namaz kılarız, ama zekât vermeyiz” diyenlere karşı savaş açtı.
Esvedu’l-Ansi, Müseylemetü’l-Kezzâb, Secah, Tuleyha gibi yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarla bu zararlı unsurlar yok edilmiş, isyan bastırılmış, zekât yeniden toplanmaya ve Beytü’l-Mal’e konulup dağıtılmaya başlanmıştır.
Rasûlullah’ın hazırladığı, ancak vefâtı sebebiyle bekleyen Üsâme ordusunu Ürdün’e yollayan Ebû Bekir, Bahreyn, Umman, Yemen, Mühre isyanlarını bastırmıştır.
içte isyancılarla mücâdele edilirken, dışta da iki büyük imparatorlugun, iran ve Bizans’ın ordularıyla karşılaşılmıştır.
Hîre, Ecnâdin ve Enbâr, savaşlarla Islâm diyarına katılmış, Irak fethedilmiş, Suriye’nin de önemli kentleri ele geçirilmiştir.
Yermük savaşı devam ederken Hz. Ebû Bekir vefât etmiştir.
Onun ordusuna verdiği öğütlerde şu ibareler vardır: “Kadın, çocuk ve yaşlılara dokunmayın, yemiş veren ağaçları kesmeyin, ma’mur bir yeri tahrip etmeyin, haddi aşmayın, korkmayın.”
Gerçekten Islâm ordusu fethettigi yerlerde kimseye zulmetmemiş, adaletiyle düşmanların takdirini kazanmış, müslüman olmayıp da cizye vererek Islâm’ın himayesine giren milletler huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır.

Kur’ân-i Kerîm’in Toplanmasi, “Mushaf”in Meydana gelmesi


Hz. Ebû Bekir, Ridde harplerinde, vahiy kâtiplerinin ve kurrâ’nın birçoğunun şehid olması üzerine, Hz. Ömer’in Kur’ân’ın toplanması fikrine önce sıcak bakmamışsa da sonra ona hak vererek, Kur’ân âyetlerinin toplanmasını sağlamıştır.
Rasûlullah zamanında peyderpey inen vahiy, kâtiplerce ceylan derilerine, beyaz taşlara, enli hurma dallarına yazıldığı gibi, ashâbın çoğu da Kur’ân hâfızı idi.
Ancak, yazılı olan âyetler dağınıktı, kurrâ da azalınca Kur’ân’ın muhafazası hususunda endişe edildi.
Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet teşkil ederek, herkesin elindeki âyetleri getirmesini emretti.
Ayrıca şâhitlerle âyetler doğrulanıyor, kurrâ’ ile te’kid ediliyordu.
Böylece bütün âyetler toplandı ve “Mushaf” meydana getirildi.
Bu Mushaf Ebû Bekir’den Ömer’e, ondan da kızı Hafsa’ya geçti ve Hz. Osman zamanında çoğaltılarak Dârü’l-islam’in bütün vilâyetlerine dağıtıldı.

Vefâti

Hilâfeti iki sene üç ay gibi çok kısa bir müddet sürmesine rağmen Hz. Ebû Bekir zamanında İslâm devleti büyük bir gelişme göstermiştir.
Hz. Ebû Bekir Hicrî 13. yılda Cemâziyelâhir ayının başında hicretten sonra Medine’de yakalandığı hastalığının ortaya çıkması üzerine yatağa düşünce yerine Ömer’in namaz kıldırmasını istedi
Ashâbla istişâre ederek Hz. Ömer’i halifeliğe uygun gördüğünü söyledi.
Hz. Ömer’in sert oluşu gibi bazı itirazlara cevap verdi ve hilâfet ahitnamesini Hz. Osman’a yazdırdı.
Ebû Bekir (r.a.) de, çok sevdigi Rasûlullah gibi altmişüç yaşında vefât etti.
Vasiyeti gereği Rasûlullah’ın yanına -omuz hizasında olarak- defnedildi.
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh, salı akşamı (pazartesiyi salıya bağlayan akşam) vefât etti ve sabah olmadan defnedildi.”
(Buhârî, Cenâiz, 94)
2 sene 3 ay 10 günden beri hasretini çektiği Fahr-i Kâinât Efendimiz’in vuslatına nâil oldu.
Allah ondan râzı olsun.
Resûlullah Efendimiz gibi 63 yaşında vefât etmişti
O gün tarih 22 Cemâziyelâhir 13 (23 Ağustos 634) idi.
Not: Hz. Ebubekir’in kabri şerifi Ravza-i Mutahhara’da Peygamber Efendimiz ile Hz. Ömer’in kabrinin arasında bulunmaktadır.

Son Sözleri

Son sözleri şu âyet-i kerîmedeki niyâz olmuştu: “… (Allâh’ım!) Canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” (Yûsuf, 101)
Kaynaklarda onun, “Ben ancak Rasûlullah’a tâbiyim, birtakım esaslar koyucu değilim” diye kararlarında çok titiz davrandığı zikredilir (Taberî, IV, 1845; Ibn Sa’d, III, 183).
Bir meseleyi hallederken önce Kur’ân’a bakar, bulamazsa Sünnet’te araştırır, orda da bulamazsa ashâbla istişâre eder ve ictihad ederdi.
Ganimetin bölüşümü meselesinde Muhâcir-Ensâr eşitligi’nin ihtilâfa yol açmasinda Ömer’in Muhâcirlere daha çok pay verilmesini savunmasına rağmen ganimeti eşit olarak bölüştürmüştür.
O sebeple hilâfetinde huzursuzluk çıkmadı.
Rasûlullah ve kendisi, bir mecliste bir anda verilen üç talâkı bir talâk saymışlar, bu daha sonra-birçok “maslahat geregi” diye yapılan değişiklik gibi- üç talâk sayılmıştır.
Yani Ebû Bekir, Rasûlullah’ın tüm uygulamalarını aynen tatbik etmek istemiş; bazen -kalpleri İslâm’a ısındırmak istenenlere toprak vermesi gibi- maslahat geregi veya zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesini söyleyen ashâbına uymuştur.
Müslümanlar henüz otuzsekiz kişiyken Mekke’de Mescid-i Haram’da İslâm’ı tebliğ eden ve müşriklerce dövülen Ebû Bekir’e hilâfetinde “Halifet-u Rasûlillah” denilmiş, sonraki halifelere ise “Emîrü’l-Mü’minîn” denilmistir.
Mâlî işlerini Ebû Ubeyde, kadılık ve kazâ işlerini Hz. Ömer, kâtipliğini Zeyd b. Sâbit ve Hz. Ali, başkumandanlığını Üsâme ve Halid b. Velid yapmıştır.
Medine Dârü’l-İslâm’in baskenti olmuş, Mekke, Taif, San’a, Hadramevt, Havlan, Zebid, Rima, Cened, Necran, Cures, Bahreyn vilâyetlere ayrılmıştır.
Yönetimi merkezî olup, ganimetlerin beşte biri Beytü’l-Mal’de toplanmıştır.
Hz. Ebû Bekir, Mukillîn denilen çok az hadis rivâyet eden ashâbdan sayılır.
O, yanılıp da yanlış birşey söylerim korkusuyla yalnızca yüz kırk iki hadis rivâyet etmis veya ondan bize bu kadar hadis rivâyeti nakledilmiştir.
Hutbe ve ögütlerinden bazıları şöyledir:
“Rasûlullah vahy ile korunuyordu.
Benim ise beni yalnız bırakmayan bir şeytanım vardır…
Hayır işlerinde acele edin, çünkü arkanızdan acele gelen eceliniz var…
Allah için söylenmeyen bir sözde hayır yoktur…
Herhangi bir yericinin yermesinden korktuğu için hakkı söylemekten çekinen kimsede hayır yoktur…
Amelin sırrı sabırdır…
Hiç kimseye imandan sonra sağlıktan daha üstün bir nimet verilmemiştir…
Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz




Hazreti Ebu Bekir (r.a.)

Ebû Bekr Abdullāh b. Ebî Kuhâfe Osmân b. Âmir el-Kureşî et-Teymî (ö. 13/634)
İlk müslümanlardan, Hulefâ-yi Râşidîn’in birincisi
(632-634).
Fil Vak‘ası’ndan üç yıl kadar sonra Mekke’de doğdu.
Annesi Ümmü’l-Hayr Selmâ bint Sahr, Mekke döneminde Hz. Peygamber’in Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın evinde bulunduğu sırada İslâmiyet’i kabul etti.
Babası Ebû Kuhâfe, Mekke fethinden (8/630) hemen sonra oğlu Ebû Bekir’in aracılığıyla müslüman oldu.
Anne ve babasının mensup olduğu Teym kabilesinin soyu Mürre b. Kâ‘b’da Hz. Peygamber’in nesebiyle birleşir.
Resûl-i Ekrem’den iki veya üç yaş küçük olan Ebû Bekir kaynaklarda adından çok Atîk lakabıyla anılmıştır.
“Güzel, soylu, eski, âzat edilmiş” gibi mânalara gelen bu lakabın ona annesi tarafından verildiği veya çok eskiden beri hayır yaptığı, yüzü ve ahlâkı güzel olduğu, yahut da soyunda ayıplanacak bir husus bulunmadığı için Atîk diye anıldığı rivayet edilmekle birlikte Hz. Peygamber’in, “Sen Allah’ın cehennemden âzat ettiği kimsesin” (Tirmizî, “Menâḳıb”, 16) şeklindeki iltifatına mazhar olduktan sonra bu lakapla anılmaya başlandığı bilinmektedir.
Câhiliye döneminde Abdü’l-Kâ‘be olan adının müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber tarafından Abdullah olarak değiştirildiği rivayet edilir.
Servetini Allah yolunda harcayıp eski elbiseler giydiği için “Zü’l-hilâl”, çok şefkatli ve merhametli olduğu için “Evvâh” lakaplarıyla da anılmıştır.
Ancak onun en meşhur lakabı Sıddîk’tır.
“Çok samimi, çok sadık” anlamına gelen bu lakap kendisine, mi‘rac olayı başta olmak üzere gaybla ilgili haberleri hiç tereddütsüz kabul ettiği için bizzat Resûl-i Ekrem tarafından verilmiş ve İslâm literatüründe bununla şöhret bulmuştur.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra onun devlet yönetimi görevini üstlendiği için de “halîfetü resûlillâh” unvanıyla anılmıştır.
Elbise ve kumaş ticaretiyle meşgul olduğu, İslâmiyet’i kabul ettiği sırada 40.000 dirhem kadar sermayesi bulunduğu, ticaret kervanlarıyla Suriye ve Yemen’e seyahat ettiği bilinmektedir.
Hz. Peygamber’in yirmi beş yaşlarında iken katıldığı Suriye ticaret kervanında onun da bulunduğu rivayet edilir.
Hz. Peygamber’in onun üstünlüğünden söz ederken kendisini herkesin yalanladığı bir sırada Ebû Bekir’in inandığını ve İslâmiyet için her şeyini feda ettiğini söylemesi (Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 5) onun ilk müslümanlardan olduğunu göstermektedir.
Mekke döneminde İslâmiyet’in yayılmasında Hz. Ebû Bekir’in Kureyş’in ileri gelenlerinden biri olmasının büyük tesiri vardır.
Hz. Peygamber’in Mekkeliler’i İslâmiyet’e gizlice davet ettiği sıralarda Kureyş’in ileri gelenlerinden birçok kimse onun vasıtasıyla müslüman olmuştur.
Bunlar arasında, başta aşere-i mübeşşereden Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah, Sa‘d b. Ebû Vakkās, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh olmak üzere Osman b. Maz‘ûn, Abdullah b. Mes‘ûd, Ebû Seleme el-Mahzûmî, Hâlid b. Saîd b. Âs, Ubeyde b. Hâris, Habbâb b. Eret, Erkam b. Ebü’l-Erkam, Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî gibi önemli kişiler bulunmaktadır.
Hz. Ebû Bekir, Mekke döneminde Kureyşli müşriklerin ağır işkencelerine mâruz kalan müslüman kölelerle yabancılardan erkek, kadın, zayıf ve güçsüz pek çok kimseyi efendilerine büyük paralar ödeyerek satın alıp âzat etmiştir.
Kurtardığı bu sahâbîler arasında Bilâl-i Habeşî, annesi Hamâme, Âmir b. Füheyre, Ubeys, Ümmü Ubeys, Ebû Fükeyhe, Zinnîre, Nehdiye ve Lübeyne sayılabilir.
Onun servetini bu şekilde harcamasından rahatsız olan babası Ebû Kuhâfe, güçsüz ve zayıf köleler yerine güçlü kuvvetli kimseleri satın almasını tavsiye ettiği zaman babasına satın aldığı kölelerden faydalanmayı düşünmediğini, bu hareketiyle Allah’ın rızâsını kazanmayı umduğunu söylemiştir.
Taberî, onun Allah yolundaki bu fedakârlığı üzerine Leyl sûresinin 5-7. âyetlerinin nâzil olduğunu rivayet eder (Câmiʿu’l-beyân).
Hz. Peygamber’in Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın evinde bulunduğu bir sırada Ebû Bekir’in ısrarı üzerine Mescid-i Harâm’a gidildi, o esnada üzerine saldıran Utbe b. Rebîa tarafından öldüresiye dövüldü.
Kendine gelince annesinden Hz. Peygamber’in bulunduğu Erkam’ın evine götürülmesini istedi.
Resûlullah’ı sağ salim görünce ağlayarak ona sarılıp öptü; sonra da kendisine yardım eden annesinin hidayete ulaşması için Resûl-i Ekrem’in duasını niyaz etti.
Hz. Peygamber onun bu samimi arzusu üzerine dua edince annesi müslüman oldu.
Resûl-i Ekrem Mekke’ye gelen insanları İslâmiyet’e davet ederken ensâb ilmini iyi bilen Ebû Bekir onun yanında bulunarak çeşitli kabile mensuplarıyla kolayca dostluk kurmasında kendisine yardımcı olurdu.
Hz. Peygamber’in risâletinin beşinci yılında (615-616) Kureyşliler’in müslümanlara işkenceyi arttırması ve özellikle kendisinin yüksek sesle Kur’an okumasına engel olmaları üzerine dayısının oğlu Hâris b. Hâlid ile Habeşistan’a gitmek üzere Mekke’den ayrıldı.
Yolda karşılaştığı dostu İbnü’d-Dügunne Kureyşliler’le konuşarak dinini kimseye açıklamaması şartıyla onun Mekke’de kalmasını sağladı.
Ancak Ebû Bekir gizlice ibadet etmeye ve Kur’an’ı sessiz okumaya uzun süre dayanamayıp Kureyşliler’le yaptığı anlaşmayı bozdu.
Bunun üzerine İbnü’d-Dügunne artık kendisini himaye etmeyeceğini bildirince Hz. Ebû Bekir sadece Allah’ın himayesine sığındığını söyleyerek Mekke’de oturmaya devam etti.
Müslümanlar Medine’ye hicret etmeye başlayınca Ebû Bekir de hicret için Hz. Peygamber’den izin istedi.
Resûlullah ona acele etmemesini, Allah’ın kendisine bir arkadaş bulacağını söyleyince Hz. Peygamber ile birlikte hicret etme şerefine nâil olacağını anlayarak hazırlık yapmaya başladı.
Bu konuşmadan dört ay sonra Resûl-i Ekrem Kureyşliler kendisini öldürmeye karar verince Ebû Bekir’in evine gelerek Medine’ye hicret edeceklerini söyledi.
O gece müşrikler tarafından evi kuşatılan Hz. Peygamber yatağına Hz. Ali’yi yatırarak Ebû Bekir’le birlikte Sevr mağarasına doğru hareket ettiler.
Resûl-i Ekrem, kendilerini takip eden müşriklerin mağaranın ağzına kadar gelmesi üzerine korkuya kapılan Hz. Ebû Bekir’i teselli ederek onların kendilerine zarar veremeyeceğini söyledi
(Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 1).
Daha sonra nâzil olan ve Ebû Bekir’in bu üzüntüsünü dile getiren âyet-i kerîmede Resûl-i Ekrem’in onu, “Üzülme, Allah bizimledir” (et-Tevbe 9/40) diye teselli ettiği belirtilmektedir.
Hz. Ebû Bekir bu özel durumu sebebiyle Türk ve İran edebiyatlarında “yâr-ı gār (mağara dostu, can yoldaşı) ifadesiyle anılmıştır.
Mekke döneminde Hz. Peygamber onunla Hz. Ömer arasında kardeşlik bağı kurmuştu (İbn Sa‘d, I, 238; III, 174, 175).
Medine’de ise evinde misafir olduğu Hârice b. Zeyd ile arasında kardeşlik bağı kuruldu.
Hârice b. Zeyd’in, servetini kendisiyle paylaşma teklifini kabul etmeyip hicret ederken yanına aldığı paradan artakalan 5000 dirhemle Medine’de ticarete başladı.
Fakat şehrin havası sağlığına iyi gelmedi ve sıtmaya tutuldu, oğlu Abdullah’a mektup yazarak Mekke’de kalan ailesini Medine’ye getirmesini istedi.
Abdullah da kız kardeşleri Esmâ ve Âişe ile annesi Ümmü Rûmân, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde ile kızları Fâtıma ve Ümmü Külsûm ile birlikte Medine’ye hicret etti.
Hz. Ebû Bekir hicretten sonra Resûl-i Ekrem’in mescid yapılmasını uygun gördüğü arsayı satın alarak Medine’deki faaliyetlerine başladı.
Mekke döneminde olduğu gibi, Medine döneminde katıldığı seriyyeler ve 9. yılda (631) emîr-i hac tayin edildiği günler dışında Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmadı.
Kumandanlığını Resûlullah’ın yaptığı bütün savaşlarda, Hudeybiye Antlaşması, Umretü’l-kazâ ve Vedâ haccında bulundu.
Resûl-i Ekrem Bedir Gazvesi’ne karar vermeden önce onunla istişare etti; Ebû Bekir, Resûlullah için kurulan kumandanlık karargâhında onun yanında yerini aldı.
Bu gazvede müşriklerin safında bulunan oğlu Abdurrahman ile savaşmasına Hz. Peygamber izin vermedi.
Bedir’de alınan esirlere nasıl davranılması gerektiği konusunda Hz. Peygamber onun görüşüne uydu.
Hz. Ebû Bekir, Uhud’da savaş müslümanlar aleyhine gelişme gösterdiği andan itibaren vücudunu Resûlullah’a siper eden ve yanından hiç ayrılmayan birkaç sahâbîden biridir.
Hicretin 6. yılında (627) müslümanlar Hudeybiye’de Kureyşli süvarilerle karşılaştıkları zaman da Hz. Peygamber yine onunla istişare etti.
Barış görüşmeleri esnasında, Kureyş elçisi Urve b. Mes‘ûd’un müslümanları hedef alan ve onların Resûl-i Ekrem’i bırakıp kaçacaklarını iddia eden hakaret dolu sözlerine sert tepki gösterdi.
Hudeybiye Antlaşması üzerine nâzil olan Feth sûresini en iyi anlayanlardan biri olarak umre yapılmadan Medine’ye dönme kararını bir türlü kabul edemeyen Hz. Ömer’i ikna etti.
Hz. Peygamber 7. yılın Şâban ayında (Aralık 628) Necid bölgesine gönderdiği seriyyeye Ebû Bekir’i kumandan tayin etti; o da Benî Kilâb ve Benî Fezâre kabilelerini yola getirerek Medine’ye döndü
(İbn Sa‘d, II, 117-118).
Mekke’nin fethinde İslâm ordusu şehre girdiği zaman doğruca babasının yanına gitti, onu Hz. Peygamber’in huzuruna getirerek müslüman olmasını sağladı.
Böylece sağlığında annesi, babası ve bütün çocukları müslüman olan yegâne sahâbî oldu
(İbn Sa‘d, V, 451).
Hz. Ebû Bekir Huneyn Gazvesi ve Tâif Muhasarası’na da katıldı.
Tebük Gazvesi’nde Resûlullah’ın kendisine verdiği en büyük sancağı taşıdı.
Ordunun bu gazveye hazırlanması için bütün servetini Resûl-i Ekrem’in emrine tahsis etti.
Hicretin 9. yılında (631) bizzat hacca gitmeyen Hz. Peygamber onu 300 sahâbî ile emîr-i hac tayin etti.
Bir yıl sonra da Hz. Peygamber ile birlikte Vedâ haccına katıldı.
Hicretin 11. yılı Safer ayının son haftasında (Mayıs 632) rahatsızlanan Hz. Peygamber ashabına yaptığı konuşmada, Allah Teâlâ’nın bir kulunu dünya ile kendi yanında olandan birini tercih etmekte serbest bıraktığını, o kulun da Allah’ın yanında olanı tercih ettiğini söylemesi üzerine Hz. Ebû Bekir kastedilen kişinin Resûl-i Ekrem olduğunu anladı ve ağlamaya başladı.
Resûlullah onun susmasını istedi ve Ebû Bekir’in kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti.
Bunun sebebini açıklarken de İslâmiyet’e ondan daha faydalı kimseyi tanımadığını, insanlar arasında bir dost edinecek olsa onu tercih edeceğini söyledi.
Namaza çıkamayacak kadar hastalanınca namazı Ebû Bekir’in kıldırmasını istedi
Resûl-i Ekrem pazartesi günü kendini iyi hissederek sabah namazı için mescide gitti ve namaz kıldırmakta olan Ebû Bekir’in yanında namaza durdu.
Hz. Peygamber’in iyileşmesine bütün sahâbîler gibi çok sevinen Hz. Ebû Bekir namazdan sonra kendisini ziyaret ederek bir süreden beri uğramadığı evine gitmek üzere izin aldı.
Birkaç saat sonra Resûlullah’ın vefat ettiğini öğrendi.
Onun hücre-i saâdetine girerek yüzünü açtı, alnını öptü ve daha sonra mescide geçti.
Başta Hz. Ömer olmak üzere şaşkınlık içinde bulunan ve Hz. Peygamber’in vefatına inanmak istemeyen sahâbîleri ikna eden meşhur konuşmasını yaptı.
Ensarın Sakīfetü Benî Sâide’de toplanarak halife seçimi konusunu görüştüğünü öğrenince Hz. Ömer’le birlikte oraya giden Hz. Ebû Bekir, ensar ve muhacirlerden birer emîr seçilmesini isteyen sahâbîlere bu görüşün doğru olmadığını, İslâm birliğini sağlamak için tek lider etrafında toplanmak gerektiğini söyledi.
Aday olarak da Hz. Ömer’le Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı gösterdi.
Fakat sahâbîler onun halife olmasını uygun görerek Mescid-i Nebevî’de kendisine biat ettiler.
Hz. Ebû Bekir, takip edeceği siyasetin genel esaslarını ortaya koyan meşhur hutbesinde müslümanların en iyisi olmadığı halde onlara başkan seçildiğini ifade ederek doğru hareket ederse kendisine yardım etmelerini, yanlış davranırsa doğrultmalarını, Allah’a ve resulüne itaat ettiği müddetçe müslümanların kendisine itaat etmelerini istedi.
Hz. Ebû Bekir’in halife olduktan sonraki ilk icraatı, Üsâme b. Zeyd’in kumandasında sefere hazırlanan orduyu göndermek olmuştur.
Hz. Peygamber’in vefat etmeden önce Mûte Savaşı’nda şehid olanların intikamını almak üzere hazırladığı ve Suriye’ye doğru göndermeyi kararlaştırdığı ordu onun rahatsızlığı ve vefatı dolayısıyla yola çıkamamıştı.
Dinden dönme olaylarından (bk. RİDDE) çekinen bazı sahâbîler mürtedlerin Medine’ye saldırabileceklerinden endişe ettiklerini Ebû Bekir’e bildirerek Üsâme kumandasındaki orduyu göndermemesini rica ettiler.
Diğer bazı sahâbîler de Üsâme’nin çok genç ve tecrübesiz, ayrıca âzatlı bir kölenin oğlu olduğunu ileri sürerek onu değiştirmesini teklif ettiler.
Hz. Ebû Bekir bütün bu teklif ve itirazları reddedip 1 Rebîülâhir 11 (26 Haziran 632) tarihinde Üsâme ordusuna hareket emrini verdi.
Üsâme atlı, kendisi yaya olarak bir müddet yürüdükten sonra askerlere bir hitabede bulundu.
Onlara Allah yolunda kâfirlerle savaşmayı, hainlik etmemeyi, sözünde durmayı, ganimet malına zarar vermemeyi, korkup çekinmemeyi, fesat çıkarmamayı, emirlere karşı gelmemeyi, çocukları, kadınları ve yaşlı insanları öldürmemeyi, meyve veren ağaçları kesmemeyi, yemek ihtiyaçları dışında koyun, sığır ve develeri boğazlamamayı, manastırlara çekilmiş kimselere dokunmamayı, kendilerine ikram edilen yemekleri Allah’ın ismini anarak yemeyi tavsiye etti.
Düşmanla savaş yapmayan bu ordu bazı âsi kabileleri yola getirerek Medine’ye döndü.
Resûl-i Ekrem’in peygamberlik görevini tamamladıktan sonra hastalanması, peygamber olduğunu ileri süren bazı yalancılara cesaret vermişti.
Onun vefatıyla birlikte bu hareketler isyana dönüştü.
Kabilelerin bir kısmı da Resûlullah’ın vefatı üzerine namaz kılmakla beraber devlete artık zekât vermeyeceklerini ilân ettiler.
Bu arada Arabistan’ın muhtelif yerlerinde yaşayan yeni müslüman olmuş bazı kabileler Medine ile irtibatlarını kestiler.
Bunların bir kısmı yalancı peygamberlere tâbi olurken bazıları zekât vermeyeceklerini bildirdiler.
Peygamber olduğunu iddia edenlerle savaşma konusunda bir ihtilâf bulunmamakla birlikte zekât vermek istemeyenlerle mücadele hususunda müslümanlar arasında farklı görüşler ortaya çıktı.
Hz. Ömer, “Lâ ilâhe illallah” diyenlerle savaşmanın doğru olmayacağını söylerken bazıları o yıl zekât toplanmasından vazgeçilmesini teklif ettiler.
Hangi sebeple olursa olsun irtidad edenlerle mücadelede kararlı olan Hz. Ebû Bekir önce Medine’deki sahâbîlerin tereddütlerini giderdi.
Namaz ile zekâtı birbirinden ayrı düşünmenin doğru olmayacağını, bunları ayrı birer ibadetmiş gibi görmek isteyenlerle savaşmanın şart olduğunu belirtti.
Dinin tamamlandığını, onun bazı esaslarının terkedilmesine izin vermeyeceğini söyleyerek Hz. Ömer’den yardım istedi.
Bu kararlı tavrıyla bütün tereddütleri gideren Hz. Ebû Bekir 11 yılı Cemâziyelevvel (veya Cemâziyelâhir) ayında (Ağustos-Eylül 632), 100 kişilik bir süvari birliğinin başına geçerek Fezâre kabilesinin zekâtına el koyan ve Medine’ye saldırmak isteyen Hârice b. Hısn el-Fezârî’nin üzerine yürüdü.
Kısa bir çarpışmadan sonra âsileri dağıttı.
Birkaç gün bekledikten sonra Medine ve çevresindeki kabilelerden gelen yardımcı güçlerle birleşerek peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha b. Huveylid üzerine yürümeyi kararlaştırdı.
Ancak Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin ısrarları üzerine ordunun başına Hâlid b. Velîd’i getirerek Medine’ye döndü.
Hâlid b. Velîd, irtidad hareketlerinin bastırılmasında ve bilhassa Tuleyha, Secah ve Müseylimetülkezzâb’ın ortadan kaldırılmasında büyük başarı kazandı.
Böylece Arap yarımadası büyük bir fitneden kurtulmuş oldu.
Yemen ve Hadramut’taki isyanlar Muhâcir b. Ebû Ümeyye kumandasındaki ordu ile mahallî valilerin gayretleri sonucunda bastırıldı.
Bahreyn ve Uman’daki isyanlar da aynı şekilde sona erdi.
Hz. Ebû Bekir, İslâm dinini tebliğ etme konusunda Hz. Peygamber’in başlattığı stratejiyi devam ettirerek Sâsânîler’in elinde bulunan Fırat’ın aşağı taraflarındaki bölgelere ordu göndermeye karar verdi.
Bekir b. Vâil kabilesinin önemli bir kolu olan Şeybânîler’in reisi Müsennâ b. Hârise’nin Medine’ye gelerek İranlılar’la savaşmak üzere kabilesine kumandan tayin edilmesini istemesi üzerine Hâlid b. Velîd’i Sâsânîler’le yapılacak savaşa başkumandan tayin etti ve Müsennâ’ya destek vermesini istedi.
Hâlid Basra körfezindeki önemli yerleşim merkezlerini fethetti.
Daha sonra aldığı bir emirle Suriye cephesine geçti.
Müslümanların Bizans İmparatorluğu ile askerî mücadelesi Hz. Peygamber zamanında yapılan Mûte Savaşı’yla başlamış, Tebük Seferi’yle devam etmişti.
Bizanslılar’la yapılan bu savaşların hedefi bölgenin güvenliğini sağlamak, orada yaşayanların uğradığı zulüm ve haksızlığa son vermekti.
Hz. Ebû Bekir de bu amaçla 633 yılı sonbaharında her biri 3000 kişiden oluşan üç ayrı birliği Suriye’nin güney ve güneydoğu sınırlarına göndermeyi kararlaştırdı.
Yezîd b. Ebû Süfyân ile Şürahbîl b. Hasene’yi Tebük-Maan istikametinde, Amr b. Âs’ı Eyle üzerinden sahil istikametinde yola çıkardı.
Kısa bir müddet sonra orduların mevcudu 7500’e ulaştı.
Başkumandanlığa önce Amr b. Âs, daha sonra da Ebû Ubeyde b. Cerrâh getirildi.
Vâdilarabe, Filistin’deki Kaysâriye ve Gazze şehirleri fethedildi.
Bu sırada halifeden emir alan Hâlid b. Velîd Dımaşk şehri yakınlarına ulaşıp Mercirâhit karargâhındaki Bizans askerlerini mağlûp etti (18 Safer 13 / 23 Nisan 634).
Daha sonra Dımaşk’ın güneyine doğru ilerleyerek diğer kumandanlarla birleşti ve Busrâ şehrini fethetti.
Bizans’a karşı Suriye’de yapılan Ecnâdeyn Savaşı (28 Cemâziyelevvel 13 / 30 Temmuz 634) sonunda Filistin’in kapıları müslümanlara açılmış oldu.
Hz. Ebû Bekir, başkumandanlığını Hâlid b. Velîd’in yaptığı Ecnâdeyn Savaşı’nın neticesini öğrendikten sonra 22 Cemâziyelâhir 13 (23 Ağustos 634) tarihinde altmış üç yaşında vefat etti.
Hz. Ebû Bekir 13 yılı Cemâziyelâhir ayının başında (Ağustos 634) hastalanınca sahâbîlerle hilâfet meselesini istişare etti ve Hz. Ömer’i veliaht bırakmayı kararlaştırarak Hz. Osman’a bir ahidnâme yazdırdı.
Kızı Âişe’ye, vefat edince maaşının geri kalan kısmını beytülmâle iade etmesini ve Hz. Peygamber’in kabrinin yanına defnedilmesini vasiyet etti.
Cenazesinin eski elbiseleriyle kefenlenmesini, karısı Esmâ bint Umeys tarafından yıkanmasını ve oğlu Abdurrahman’ın ona yardım etmesini istedi.
Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı.
Hz. Ömer, Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah ve oğlu Abdurrahman tarafından kabre konuldu.

Şahsiyeti ve İlmi.

Hz. Ebû Bekir kaynaklarda orta boylu, zayıf yapılı, seyrek sakallı, keskin bakışlı, gür saçlı, sarıya çalan beyazlıkta güzel ve ince yüzlü olarak tasvir edilir.
İlk evliliğini Kuteyle bint Abdüluzzâ adlı bir hanımla yaptı.
Bu evlilikten oğlu Abdullah ile kızı Esmâ doğdu.
Kuteyle İslâmiyet’i kabul etmeyince onu boşayıp Ümmü Rûmân ile evlendi.
Ümmü Rûmân’dan Abdurrahman ile Âişe dünyaya geldi.
Ümmü Rûmân vefat edince Esmâ bint Umeys ile evlendi ve bu hanımından Muhammed adını verdiği bir oğlu oldu.
Vefatından birkaç ay sonra da diğer hanımı Habîbe bint Hârice’den Ümmü Külsûm adlı kızı dünyaya geldi.
Hz. Ebû Bekir Resûl-i Ekrem’e en yakın sahâbî idi.
Kızı Âişe ile Hz. Peygamber’in evlenmesine dair hicretten önce verilen karar onların dostluğunu daha da pekiştirdi.
Mekke döneminde meydana gelen iki olay onun Kur’ân-ı Kerîm’e ve Resûl-i Ekrem’in peygamberliğine olan kuvvetli imanını ortaya koymaktadır.
Bunlardan ilki Rûm sûresiyle ilgilidir.
Bizans ve Sâsânî devletleri arasında 611 yılında başlayıp 619 yılına kadar devam eden savaşlarda Sâsânîler üstünlük sağlayarak Suriye ve Filistin’i işgal etmişlerdi.
Bizans’ın mağlûbiyeti üzerine Mekkeli müşrikler ateşperest İranlılar’ın tarafını tutmuşlar, onlar Ehl-i kitap olan Bizans’a üstün geldikleri gibi kendilerinin de müslümanlara üstün geleceklerini söylemeye başlamışlardı.
Bunun üzerine Rûm sûresi nâzil olmuş ve Rumlar’ın bu yenilgiden sonra üç ile dokuz yıl içinde galip gelecekleri haber verilmişti
(er-Rûm 30/1-4).
Kur’an’ın gelecekle ilgili haberine inanan Hz. Ebû Bekir, Bizans’ın Sâsânîler’e on yıl içerisinde galip geleceğine dair Übey b. Halef ile 100 deve karşılığında iddiaya girmişti.
Kur’ân-ı Kerîm’in bu mûcizesi Aralık 627 tarihinde meydana gelen Ninevâ Savaşı’nda gerçekleşti.
Hz. Ebû Bekir de o sırada hayatta olmayan Übeyy’in mirasçılarından aldığı 100 deveyi Hz. Peygamber’in emri üzerine fakirlere dağıttı.
Onun güçlü imanını gösteren diğer olay ise İsrâ mûcizesidir.
Hz. Peygamber mi‘racdan bahsedince bazı müşrikler Ebû Bekir’e gelerek arkadaşının geceleyin Mescid-i Aksâ’ya gittiğinden, orada namaz kılıp Mekke’ye geri döndüğünden bahsettiğini söylediler.
Mantık dışı buldukları bu olayı Hz. Ebû Bekir’in kabul etmeyeceğini beklerken ondan, “Eğer bunu Muhammed söylüyorsa şüphesiz doğrudur” karşılığını aldılar.
Hz. Ebû Bekir’in mi‘rac olayını bu şekilde kabul etmesi üzerine Resûl-i Ekrem kendisine Sıddîk lakabını vermiştir.
Resûl-i Ekrem bütün işlerinde Ebû Bekir’e danıştığı için bazı kaynaklarda kendisinden “Peygamber’in veziri” diye söz edilmektedir
(Kettânî, I, 95-98).
Resûl-i Ekrem’in vahiy kâtiplerinden olan Hz. Ebû Bekir onun sırrını saklamayı çok iyi bilir, yanında pek edepli davranırdı.
Medine’ye elçiler geldiğinde onlara Hz. Peygamber’i nasıl selâmlayacaklarını öğretir, huzurunda sükûnetle oturmalarını tenbih ederdi 
Gördüğü rüyaları Resûl-i Ekrem’e anlatır, bazan Hz. Peygamber’in veya diğer sahâbîlerin rüyalarını onun huzurunda yorumlar, olaylar ve verilecek kararlar üzerinde değerlendirmeler yapardı
(Buhârî, “Eymân ve’n-nüẕûr”, 9, “Taʿbîr”, 28, 29, 30, 47).
Resûl-i Ekrem’e en çok kimi sevdiği sorulunca önce Hz. Âişe’nin, sonra da Hz. Ebû Bekir’in adını zikreder, insanların genellikle kendilerine yapılan iyiliğe karşılık verdiklerini, Hz. Ebû Bekir’in yaptığı iyiliklerin karşılığını kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın vereceğini söylerdi.
Câhiliye döneminde Kureyş’in kan davaları ile diyetlerdeki ihtilâflarına bakmakla görevli olan Ebû Bekir beşerî münasebetleri düzenlemeyi iyi bilirdi.
Güzel ahlâkı, doğruluğu ve dürüstlüğü ile tanındığı, kabilesi arasında sevilip sayılan ve güvenilen bir kişi olduğu için herkes bilgisinden faydalanır, önemli işlerde kendisine danışılırdı.
Câhiliye devrinde putlara tapmamış, o dönemin her türlü kötülüğünden, şeref ve haysiyet kırıcı hallerinden uzak bir hayat yaşamıştı.
İçki içmediği gibi içki içenin namusunu ve mürüvvetini kaybedeceğini söylerdi.
Başta Kureyş olmak üzere Arap kabilelerinin tarihini çok iyi bilirdi ve en iyi ensâb âlimlerinden sayılırdı.
Ahlâk ve mizaç itibariyle kendisine benzediği Hz. Peygamber ile İslâmiyet’ten önce çok yakın bir arkadaşlık ve dostluk kurmuştu.
Onunla birlikte olduğu zamanlarda huzur duyar, Mekke’den ayrıldığında onu özler, döndüğünde ilk önce onu ziyaret ederdi.
Kus b. Sâide’nin Ukâz’da yaptığı meşhur konuşmasını Hz. Peygamber’le birlikte dinlemiş, tek Allah’a inanmayı tavsiye edip bir peygamberin geleceğini haber veren bu konuşmadan sonra âdeta yeni peygamberin gelmesini hasretle beklemeye başlamıştı.
Hz. Ebû Bekir Kur’ân-ı Kerîm’i, Resûl-i Ekrem’in söz ve hareketlerini en iyi ve en süratli şekilde anlama kabiliyetine sahipti.
Kur’an’ı ezbere bilir ve çok duygulu bir şekilde okurdu
(Kettânî, I, 126-128).
Nitekim imamlık yapacak kimselerin Kur’an’ı en iyi bilen ve en güzel okuyanlardan seçilmesini tavsiye eden Hz. Peygamber, yerine namaz kıldırmakla sadece onu görevlendirmişti.
Hilâfeti esnasında Kur’ân-ı Kerîm’i mushaf haline getirmek suretiyle İslâmiyet’e en büyük hizmeti yapmıştır.
Mütevazi, yumuşak huylu, hassas, uysal ve hoşsohbet bir insan olan Hz. Ebû Bekir halifeliği sırasında daha da mütevazi olmaya çalıştı.
Kendini beğenenlere çok kızardı.
Fakirlere, zor durumda olanlara yardım eder, misafirlere ikramda bulunurdu.
Hiddeti, cesareti ve atılganlığı hemen farkedilmezdi.
Biat merasiminden sonraki hutbelerinden birinde öfkelendiği zaman kendisinden uzak durulmasını tavsiye etmişti.
Her zaman vakarlı ve ağır başlıydı.
Az konuşur, kumandan ve valilerine de az konuşmalarını tavsiye ederdi.
Onun dürüstlüğü çok meşhurdu.
Başkalarının hakkına titizlikle riayet ederdi.
Hz. Ebû Bekir hadislerin rivayetine önem verir, Resûl-i Ekrem’den bizzat duymadığı bir hadisi rivayet eden sahâbîlerden bunu Resûlullah’ın söylediğine dair şahit getirmesini istediği olurdu (Zehebî, Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 2).
Hz. Ebû Bekir’in Resûl-i Ekrem’den 142 hadis rivayet etmesi, onun hadislerin rivayetine ve toplanmasına karşı olduğu iddiasını çürütmeye yeterlidir.
Bu hadislerin altısı hem Buhârî hem Müslim’de, ayrıca on biri sadece Buhârî’de, biri de Müslim’de yer almaktadır.
Hz. Ebû Bekir’den hadis rivayet eden meşhur sahâbîler arasında oğulları Abdurrahman ve Muhammed, kızları Âişe ve Esmâ ile Hz. Ömer, Osman, Ali, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Zeyd b. Sâbit, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Amr zikredilebilir.
Hz. Ebû Bekir’in az hadis rivayet etmesini, onun hadis nakletme ihtiyacının fazlaca hissedilmediği, herkesin Hz. Peygamber’i çok canlı bir şekilde hatırladığı bir devirde yaşaması ve halifelik döneminin çok kısa olmasıyla izah etmek mümkündür.
Hz. Ebû Bekir ile Ömer “şeyhayn” diye anılmış, Kur’an ve Sünnet’i çok iyi bildiği için Ebû Bekir’e “şeyhülislâm” unvanının verildiğini söyleyenler de olmuştur
(Kettânî, III, 176-177).
Bazı fakih sahâbîler, Hz. Ebû Bekir ile Ömer’in ittifak ettikleri hususları diğer sahâbîlerin görüşlerine tercih etmişlerdir.
İkisi arasında ihtilâf bulunduğu zaman Ebû Bekir’in görüşünün tercih edildiğini belirten İbn Kayyim el-Cevziyye onun nassa muhalif, kaynağı zayıf hiçbir fetva ve hükmünün bulunmadığını, ayrıca hilâfetinin Hz. Peygamber’in yönetimine tamamen uygun olduğunu söyler (İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn, IV, 119-120).
İşlerinin çokluğu sebebiyle evini Medine’nin merkezine taşıdığında beytülmâle Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı, kazâ işlerine Hz. Ömer’i, kâtipliğine Zeyd b. Sâbit ile Hz. Osman’ı, hâcibliğine âzatlısı Şedîd’i, Medine’nin gece bekçiliğine de Abdullah b. Mes‘ûd’u tayin etti.
Hilâfeti döneminde devlet idaresinde büyük gelişmeler olmadığı için yeni müesseselere ihtiyaç duyulmamıştır.
Hz. Ebû Bekir’in kumandanlarına ve valilerine verdiği emirler İslâm’ın ve Kur’an’ın evrensel esaslarına dayanmaktadır.
Bu emirlerin savaş hukuku ve gayri müslimlerin statüsüyle ilgili olanları dikkat çekicidir.
Bu arada irtidad edenlerin üzerine gönderdiği başkumandan Hâlid b. Velîd’e, düşmana onların kullandıkları silâhlarla mukabele etmesini emretmesi, değişen savaş teknolojisine rağmen İslâmiyet’in insan hayatını her şeyin üstünde tuttuğunu göstermesi bakımından çok önemli bir husustur.
Hz. Ömer’in teklifi üzerine müellefe-i kulûba zekât gelirlerinden pay vermemesi, ganimetin beşte birinin taksiminde Peygamber yakınlarına eskiden olduğu gibi hisse ödememesi onun döneminin diğer önemli gelişmeleridir.
Halife olduktan sonra eski mesleği olan ticaretle uğraşmasını uygun görmeyen Hz. Ömer ile Ebû Ubeyde b. Cerrâh kendisine maaş bağlanmasına ön ayak olmuşlardır.
Hz. Ebû Bekir devlet işlerinde Resûl-i Ekrem’den intikal eden mührü, şahsî işlerinde ise “Ni‘me’l-kādiru Allah” (Kettânî, I, 256) veya “Abdün zelîl li-rabbin celîl” (Nüveyrî, XIX, 144) ibaresini taşıyan mührünü kullanırdı.
İslâm tarihinde “halife” tabiri ilk defa Hz. Ebû Bekir hakkında kullanılmıştır.
Resûl-i Ekrem’in halefi olması sebebiyle ashap tarafından kendisine verilen bu unvana itiraz etmemiş, fakat “halîfetullah” unvanını uygun görmemiştir.
Sünnî ulemâsı onun müslümanların en faziletlisi ve hilâfet makamına en uygun sahâbî olduğunda ittifak etmiştir.
Sünnî kaynakların ittifakla belirttiğine göre Hz. Ebû Bekir Resûl-i Ekrem’in cenazesiyle meşgul olurken ensarın emîr seçmek üzere toplandığını öğrenip oraya gitmiş, tek bir halife etrafında birleşmek gerektiğini belirterek Hz. Ömer ile Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı aday göstermiş, fakat sahâbîler onun Resûlullah’a olan yakınlığını dikkate alarak kendisini halife seçip biat etmişlerdir.
Hz. Ali’yi halifeliğe daha uygun gören Hâşimoğulları’ndan bir grup sadece bir gün gecikmeyle biat etmişlerdir.
Hz. Ali’nin ise Fedek arazisi sebebiyle Hz. Ebû Bekir’e dargın olan hanımı Hz. Fâtıma’yı üzmemek için onun vefatına kadar biat etmeyi ertelediği ve hilâfet meselesinin çözümünün kendisi dışında cereyan ettiği için kırgınlık duyduğu ileri sürülmüştür.
Gerçekten de Hz. Ali, Ebû Bekir’e halife olduktan altı ay sonra Hz. Fâtıma vefat edince biat etmiştir.
Bununla beraber hiçbir zaman kendisinin halife olmasıyla ilgili bir nastan söz etmediği gibi Ebû Bekir’e biat ettikleri için sahâbeye gücendiğini ima bile etmemiştir.
Esasen Hz. Ali’nin hilâfetine dair bir nas bulunsaydı başta kendisi olmak üzere diğer sahâbîler de bu konuda kesinlikle sessiz kalmazlardı.
Hz. Ali’nin Hz. Ömer ve Osman’a biat etmesi ve çocuklarına onların adlarını vermesi de hilâfet konusunda hakkının yenildiği düşüncesine sahip olmadığına delil gösterilmiştir.
Ebû Bekir Fâtıma’yı şahsî kanaati sebebiyle üzmemiş, peygamberlerin miras bırakmayacağını ifade eden hadise göre (Buhârî, “Ḫumus”, 1, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 12, “Meġāzî”, 14, 38, “Nafaḳāt”, 3, “Ferâʾiż”, 3, “İʿtiṣâm”, 5; Müslim, “Cihâd”, 49-52, 54, 56) hareket etmiştir.
Hz. Ebû Bekir, yıllarca Resûlullah ile birlikte bulunmuş bir kişi olarak ortaya çıkan meselelere ya şahsî bilgi ve ferâsetiyle veya ileri gelen sahâbîlerle istişare etmek suretiyle çözümler getirmiştir.
Kendi yerine Hz. Ömer’i halife tayin etmesi de bu istişarelerin bir sonucudur.
Esasen Hz. Ömer’in başarılı yönetimi bu tayinin ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir.
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali sahâbîler arasında en güzel konuşan iki hatip olarak tanınır.
Ebû Bekir’in çok tesirli konuşmaları fesahat ve belâgat bakımından olduğu kadar muhtevalarının güzelliğiyle de ünlüdür.
Onun bazı özlü sözleri şöyledir: “Sana yol göstermek isteyenden durumunu gizleme, aksi takdirde kendini aldatırsın”;
“Bir hayrı kaçırırsan onu yakalamaya çalış, ulaşınca da onu geç”; “Sabır imanın yarısı, yakīn ise tamamıdır”;
“Ölüme karşı haris ol, sana hayat verilir.” 



Hz. Ebubekir (r.a.)

Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in en yakın dostu, Altın Silsile’nin ilk halkası, cennete ilk girecek kişi, ikinin ikincisi, ilk Halife;

Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, 573 senesinde Mekke’de dünyaya teşrif etti.
Hz. Ebûbekir’in radıyallahu anh ismi Abdullah’tır.
Tertemiz nesebi, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in altıncı batındaki dedesi Mürre bin Kâ‘b ile birleşir.
Efendimiz’den iki yaş küçüktür.
İslâm’dan önceki 38 yıllık hayatında dahî içki kullanmamış, putlara tapmamış, dâimâ nezih ve örnek bir şahsiyet sergilemiştir.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, peygamberliğini îlân ettiğinde, hemen îmân etmiştir.
Allah Teâlâ’nın ve O’nun en sevgili Resûlü’nün en sevgili dostudur.
Kur’ânî ifâde ile; “İkinin İkincisi”dir.
Canıyla, malıyla ve âilesiyle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in etrâfında âdeta pervâne olmuş, ömrünü ve bütün varlığını İslâm’ın muhâfazası ve neşri için vakfetmiştir.
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh dîni idrâk etme hususunda son derece firâsetli, sır ve hikmetlere vukufiyette yüksek anlayış sahibi, nerede, ne zaman ve nasıl konuşacağını gâyet iyi bilen, yumuşak huylu ve çok cömert bir zât idi.
Az konuşur; halîfeliği sırasında da kumandan ve vâlilerine az konuşmalarını tavsiye ederdi.
Âyet-i kerîmeleri ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in sözlerini en iyi o anlardı.
Zira ömrü boyunca Efendimiz’den hiç ayrılmamıştı.
Bedenen ayrı kaldığı kısa zamanlarda bile kalben O’nunla beraber olarak dâimî bir râbıta hâlinde bulunurdu.

Kişi Ashâb-ı kirâm, Ebûbekir Efendimiz’in kıymetini bilir; “Onu kızdırırsak, Resûlullah gazaplanır, Resûlullah gazaplanınca da Cenâb-ı Hak gazap eder ve biz helâk oluruz!” diye ona karşı çok dikkatli davranırlardı.
Efendimiz ona şu ebedî müjdeyi vermişlerdi:
“–Ey Ebûbekir! Ümmetimden Cennet’e ilk girecek kişi olman sana kâfî değil midir?!” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 8/4652)

Hz. Ebûbekir radıyallahu anh fıtraten halim-selim olup, engin bir şefkat ve merhamete sahipti.
Bununla birlikte vazife ve mes’ûliyet hususunda zerre kadar müsâmaha göstermezdi.
Fikirlerindeki isâbeti, muâmelâtındaki doğruluk ve nezâketi, tecrübesinin genişliği, nefsine hâkimiyeti, hayırseverlik ve samimiyetiyle herkes tarafından çok sevilirdi.
Sevimli, güler yüzlü, hoş-sohbet, muâmelesi ve ahlâkı güzel bir Allah ve Resûlullah dostu idi.
İnsanlar onunla kolayca ülfet eder ve kendisine olan muhabbetleri gittikçe artardı.
Câhiliye döneminde bile mütevâzı bir hâli vardı.
Gâyet vakur, cömert ve âlicenap bir şahsiyet ve karaktere sahipti.
Hayatında muazzam bir denge vardı.
Her zaman büyük bir tevâzû ve mahviyet sergiledi, fakat aslâ zillet ve acziyet göstermedi.
Dâimâ vakarlı oldu, fakat gurur ve kibre kapılmadı.
Son derece affedici, müsâmahakâr, mülâyim ve yumuşak huylu yaşadı, fakat gerektiğinde de sert ve cesur olmasını bildi.
Her hâliyle büyük bir muvâzene ve îtidâl numûnesiydi.

Fahr-i Kâinât sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, İsrâ ve Mîrac hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:
“–Ey Cebrâîl! Kavmim beni tasdîk etmez!” dedi.
Cebrâîl (a.s.): “–Ebûbekir Sen’i tasdîk eder.
O sıddîktır.” buyurdu. (İbn-i Sa‘d, I, 215)
Nitekim müşrikler, Mîraç hâdisesini duyduklarında, derhâl Hazret-i Ebûbekir’e koştular: “–Arkadaşın, bir gece içinde Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıkıp sabah olmadan tekrar Mekke’ye geldiğini söylüyor.
Bakalım buna ne diyeceksin?” dediler.
Hazret-i Ebûbekir: “–O ne söylüyorsa doğrudur!
Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimâl yoktur!
Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım...” dedi.
Müşrikler tekrar: “–Sen O’nu tasdîk ediyor ve bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh: “–Evet! Bunda şaşılacak ne var?
Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tereddütsüz tasdîk ediyorum.” dedi.
Daha sonra Ebûbekir radıyallahu anh, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti.
Olanları bizzat Efendimiz’in mübârek fem-i saâdetlerinden dinledi ve: “–Sadakte (doğru söyledin) yâ Resûlâllah!..” dedi.
Allah Resûlü de, O’nun bu tasdîkinden gâyet memnun kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebûbekir’e: “–Ey Ebûbekir! Sen «Sıddîk»sın!..” buyurdular. (İbn-i Hişâm, II, 5)
Hazret-i Sıddîk’ın Mîraç hâdisesinde sergilediği bu kalbî sarsılmazlık ve tereddütsüz bir şekilde Allah Resûlü’nü tasdîk edişi, ancak kalbinin kazandığı îman kuvvetiyle îzah olunabilir.
Hazret-i Sıddîk’ın bu kalbî mukâvemetini ifâde sadedinde Hazret-i Ali ona: “Sen, şiddetli kasırgaların hareket ettiremediği ve şiddetli sarsıntıların yerinden oynatamadığı ulu bir dağ gibiydin!” buyurmuştur.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Hz. Ebûbekir’i radıyallahu anh çok severdi.
Her gün mutlakâ yanına uğrardı.
Ebûbekir de Allah Resûlü’nü görmeden huzur bulamazdı.
Peygamber Efendimiz’in herhangi bir seriyye ile gönderdiği veya hac emîri tâyin ettiği günler hâriç, O’ndan hiç ayrılmadı.
Yani ömürleri beraber geçti.
Hz. Ayşe radıyallahu anha şöyle anlatır: “Resûlullah, Ebûbekir’in evine her gün ya sabah ya da akşam muhakkak uğrardı.
Ancak, Allâh’ın kendisine hicret için izin verdiği gün, hiç âdeti olmadığı hâlde, tam öğle saatinde bize geldi.
Babam onu görünce: «–Resûlullah bu saatte gelmezdi.
Mutlakâ mühim bir iş olmalı!» dedi
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem içeri girince, babam oturduğu yerden kalkıp yerini O’na verdi.
Babamın yanında ben ve kızkardeşim Esmâ vardı.
Resûlullah babama: «–Odadakileri dışarı çıkar, (mühim bir mesele konuşacağız)!» buyurdular.
Babam: «–Ey Allâh’ın Resûlü, onlar benim kızlarımdır (bir zarar gelir diye endişelenmeyin).
Anam-babam Sana fedâ olsun, bu mühim mesele nedir?» diye sordu.
Resûlullah: «–Allah Teâlâ bana Mekke’den çıkarak hicret etmeme izin verdi.» buyurdular.
Babam: «–Ey Allâh’ın Resûlü! Ben de Sana arkadaşlık edecek miyim?» dedi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz: «–Evet, beraberiz!» buyurdular.
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh, sevincinden hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Vallâhi o güne kadar, bir kişinin sevinçten ağlayabileceğini hiç tahmin etmezdim.”
(İbn-i Hişâm, II, 97-98)

Hicret esnâsında Sevr Mağarası’na doğru giderken Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kâh önünde, kâh arkasında yürüyordu.
Allah Resûlü: “–Ey Ebûbekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordular.
Hazret-i Ebûbekir: “–Yâ Resûlâllah!
Müşriklerin arkanızdan yetişebileceğini düşünüyor, arkadan yürüyorum; ileride pusu kurup bekleyebileceklerini düşünüyor, önünüzden yürüyorum!” dedi.
Daha sonra Sevr Mağarası’na ulaştılar.
Ebûbekir radıyallahu anh: “–Yâ Resûlâllah! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, Siz burada bekleyin!” dedi ve mağaraya girdi.
Mağaranın içini temizledi
Eliyle yokluyor, bir delik bulduğunda hemen elbisesinden bir parça kesip orayı kapatıyordu.
Bu minvâl üzere üst elbisesinin tamamını deliklere tıkadı, sadece bir delik kaldı.
Ona da topuğunu koyduktan sonra: “–Artık gelebilirsiniz ey Allâh’ın Resûlü!” dedi.
Hz. Ebûbekir’in üst kısmında elbise olmadığını fark eden Allah Resûlü: “–Elbisen nerede, ey Ebûbekir?” diye hayretle sordu. Hz. Ebûbekir de yaptıklarını anlattı.
Bu âlicenap davranış karşısında son derece duygulanan Allah Resûlü, mübârek ellerini kaldırarak Ebûbekir için duâ ettiler.
Müşrikler, mağaraya yaklaşırlarken endişeye kapılan Hazret-i Ebûbekir Sıddîk, Resûlullah Efendimiz’e: “–Ben öldürülürsem, nihâyet bir tek kişiyim, ölür giderim.
Fakat Sana bir şey olursa, o zaman bir ümmet helâk olur.” diyordu.
Peygamber Efendimiz ayakta namaz kılıyor, Ebûbekir radıyallahu anh de gözcülük yapıyordu
Bir ara: “–Mekkeliler Sen’i arayıp duruyorlar.
Vallâhi ben kendim için endişelenmiyorum.
Fakat Sana zarar vermelerinden korkuyorum.” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz ise: “–Ey Ebûbekir! Mahzûn olma!
Hiç şüphesiz Allah bizimle beraberdir!” buyurdular.
(İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223-224; Diyarbekrî, I, 328-329)
Hz. Ebûbekir orada dolaşıp duran müşriklerin ayaklarını görünce de: «–Ey Allâh’ın Resûlü! Eğer şunlardan biri eğilip aşağıya bakacak olursa mutlakâ bizi görür!» dedi.
Resûlullah ise: “–Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyorsun, ey Ebûbekir?!” buyurdular.
(Buhârî, Tefsîr, 9/9; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 1)
Hazret-i Ömer radıyallahu anh, halîfeliği zamanında bâzılarının kendisini Hazret-i Ebûbekir’e radıyallahu anh üstün tutar biçimde konuştuklarını işitmişti.
Bu duruma çok kızdı.
Daha sonra, çileli hicret günleri gözünde canlandı.
Resûlullah ile Hazret-i Ebûbekir’in Sevr Mağarası’nda birlikte geçirdikleri geceyi hatırlattı ve büyük bir hasret içinde şöyle dedi: “−Vallâhi, Hazret-i Ebûbekir’in o gecesi, Ömer’in bütün âilesinden daha hayırlıdır!..” (Hâkim, III, 7/4268)

Üçüncüleri Allah Olan İkinin İkincisi
İşte Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, nice ilâhî esrar tecellîlerinin yaşandığı bu ulvî yolculuğun Sevr Mağarası safhasında, üç gün üç gece boyunca Efendimiz’in sadrından pek çok sır ve hikmet devşirdi. O husûsî yakınlığın yüksek fazîletine ve Allah Resûlü ile müstesnâ bir rûhî alışverişin büyük şerefine mazhar oldu.
İlâhî esrâra gark olarak kalbi inkişâf ettirme dergâhı hâline gelen o mübârek mağarada, “üçüncüleri Allah olan ikinin ikincisi” pâyesine erdi.
Resûlullah Efendimiz, bu azîz arkadaşına; “...Mahzûn olma, Allah bizimledir!..”buyurdular.
Böylece “maiyyet sırrı”nı, yani gönlün Allah ile beraberlik neticesinde ulaşacağı huzûr hâlinin keyfiyetini telkîn ettiler.

Daha önce de ifâde edildiği üzere bu hâli ârifler, hafî/gizli zikir tâliminin başlangıcı ve gönülleri Allah ile itmi’nâna/huzûra erdirecek mânevî telkinlerin en mühim tezâhürlerinden biri olarak değerlendirmişlerdir.
Bunun içindir ki, bu nebevî tâlim ve telkinlerin ilk tâlihli muhâtabı olan Hazret-i Sıddîk, -inşâallah- ucu kıyâmete kadar devam edecek olan Altın Silsile’nin, Peygamber Efendimiz’den sonraki ilk halkası olarak telâkkî edilmiştir.
Buradan şunu da anlıyoruz ki, bütün ulvî yolculuklarda maksat; Allah ve Resûlü’ne olan muhabbet, fedâkârlık ve hizmet nisbetinde hâsıl olur.
Çünkü muhabbetin şartı, sevilen kişinin sevdiği şeyleri de sevmektir.
Bu, sevilenin hâliyle hâllenip onunla aynîleşme yolunda mühim bir adımdır ki, Hazret-i Ebûbekir’in hayatı da bu hâlin sayısız misalleriyle doludur.
Resûlullah ona şöyle buyurmuşlardır: “Sen, Cennet’teki Kevser Havuzu’nun başında ve mağarada benim arkadaşımsın!”
(Tirmizî, Menâkıb, 16/3670)
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in konuşmalarında sık sık Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer’in isimleri geçerdi.
Efendimiz, birlikte bâzı işler yaptıklarını, beraberce bir yere gidip geldiklerini ifâde ederdi.
İnsanların inanmakta zorlandıkları bâzı hârikulâde hâdiselerden bahsedince; “Buna ben inanırım, Ebûbekir ve Ömer de inanır.” buyururlardı.
Bu da gösteriyor ki, onlar birbirlerinden hiç ayrılmıyor, devamlı beraber bulunuyorlardı.
(Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 6, 8; Ahmed, I, 109, 112)
Hazret-i Ömer şöyle der: “Resûlullah, Müslümanların meseleleri hakkında Ebûbekir (r.a.) ile gece geç vakitlere kadar konuşurlardı, ben de onlarla beraber olurdum.” (Tirmizî, Salât, 12/169)
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem bir gün Mescid’e girmişti.
Bir tarafında Hazret-i Ebûbekir diğer tarafında da Hazret-i Ömer vardı.
Efendimiz onların ellerini tutmuş, şöyle buyuruyordu: “Kıyâmet günü biz böyle diriltileceğiz.”
(Tirmizî, Menâkıb, 16/3669)

Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh, yüksek sadâkat, teslîmiyet, aşk ve muhabbetiyle Allah Resûlü’nde fânî olmuştu.
O’nunla kalbî râbıtayı en üst seviyede yaşamıştı.
Son nefesine kadar ilâhî aşk yangını içinde benliğinden geçmiş, yalnızca Allah Resûlü’nün varlığında hayat bulmuştu.
Bu itibarla Resûlullah Efendimiz’le her buluşma vaktinde ve sohbetinde apayrı bir vecd ve istiğrak hâli yaşardı.
Allah Resûlü’nün huzurlarındayken bile O’na olan muhabbet ve hasreti teskîn olacağı yerde daha da ziyâdeleşirdi.
O’nunla âdeta aynîleşmişti.
Efendimiz de bu aynîleşme ve muhabbet sebebiyle: “Ebûbekir bendendir, ben de ondanım.
Ebûbekir dünyada ve âhirette kardeşimdir.”buyurmuşlar, böylece mânâ âlemindeki beraberliklerini ve kalpleri arasındaki müstesnâ irtibâtı ifâde etmişlerdir.
Fakat bu aynîleşme hâli, nice fedâkârlıklar ve büyük bedeller karşılığında gerçekleşmiştir.
Zira insan en ağır bedeli, muhabbeti uğrunda öder.
Bu fânî âlemde ödenen en ağır bedel ise, ilâhî muhabbetin bedelidir.
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh de, Allah ve Resûlü ile dostluğun ulvî lezzetine gark olmak için; Allah ve Resûlullah muhabbetinin bütün bedellerini hiç tereddüt etmeden ödeyebilmenin gayret ve heyecanı içinde bir hayat yaşamıştır.
Nitekim bir gün Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, Kâbe’de insanları Allâh’a ve Resûlü’ne îmân etmeye çağırmıştı.
Buna öfkelenen müşrikler, Hz. Ebûbekir’le mü’minlerin üzerine yürüyüp onları şiddetle dövmeye başladılar.
Hele fâsık Utbe, Hz. Ebûbekir’in üzerine çıkıp çiğnedi, yüzünü demir tabanlı ayakkabılarıyla tekmeledi.
Hz. Ebûbekir’in her tarafı kan revân içinde kaldı.
Kabîlesi Teymoğulları, Hz. Ebûbekir’i müşriklerin elinden zorla kurtarıp baygın bir hâlde evine götürdüler.
Öleceğinden korkuyorlardı.
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, ancak akşama doğru kendine gelebildi ve ilk olarak binbir zahmetle: “–Resûlullah nasıl, iyi mi?” diye sordu.
Annesi Ümmü’l-Hayr sürekli: “−Bir şeyler yiyip-içsen!” diye ısrar ediyor, Hz. Ebûbekir ise, sanki onu hiç duymuyormuş gibi: “−Resûlullah ne yapıyor, ne hâldedir?” diye sorup duruyordu.
Gece olunca, binbir güçlükle ve gizlice Dâru’l-Erkām’a gidip Resûlullah’ı görünceye kadar hiçbir şey yiyip içmedi.
Peygamber Efendimiz’i görünce de hemen dizlerine kapanıp: “−Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Resûlâllah!
Benim hiçbir sıkıntım yok.
O habis fâsık beni biraz hırpaladı, o kadar!” dedi.

Hz. Ebûbekir’in Babasının Müslüman Olması

Hz. Ebûbekir’in radıyallahu anh şu hâli de onun fenâ fi’r-Rasûl makâmında nasıl da zirveleştiğini, ne güzel ifâde etmektedir:
O, Mekke Fethi’nde, gözleri görmeyen ihtiyar babasını Müslüman olmak üzere Allah Resûlü’nün huzûruna getirmişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz: “–Ebûbekir! İhtiyar babanı niye buraya kadar yordun?
Biz onun yanına gidebilirdik.” buyurdular.
Hazret-i Ebûbekir ise: “–Onun size gelmesi daha münâsiptir.
Bir de Allah Teâlâ’nın bu vesîleyle babama sevap vermesini istedim.” dedi.
Ebû Kuhâfe radıyallahu anh, bey’at etmek üzere elini Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek eline uzatınca, Ebûbekir radıyallahu anh duygulanıp ağlamaya başladı.
Resûlullah, hayretle niçin ağladığını sorunca da şu müthiş cevâbı verdi: “–Yâ Resûlâllah! Sana bey’at etmek üzere uzanan şu el, babamın değil de, amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da, bu vesîleyle Allah Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi!
Çünkü Sen, onu çok seviyor ve îmân etmesini çok istiyordun…”
(Bkz. Heysemî, VI, 173-174; İbn-i Sa‘d, V, 451)
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh her zaman: “Vallâhi Resûlullah Efendimiz’in yakınlarını kollayıp gözetmek, benim için kendi yakınlarımı kollamaktan daha sevimlidir.” derdi.
(Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 12, Meğâzî 14)
Bir defasında da Resûlullah Efendimiz: “–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiç kimsenin malından faydalanmadım...” buyurmuştu.
Ebûbekir radıyallahu anh ise bu iltifatkâr sözden âdeta bir gayrılık mânâsı çıkararak gözyaşları içinde: “–Ben de, malım da, hepsi Siz’e âit değil mi yâ Resûlâllah?!” dedi.
(İbn-i Mâce, Mukaddime, 11; Ahmed, II, 253)
Bu sûretle kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu ifâde etti.

HZ. EBUBEKİR’İN HİLAFETİ

Hazret-i Ebûbekir ile Ömer radıyallahu anh, Peygamber Efendimiz’in gözü ve kulağı mesâbesindeydiler.
Resûlullah onlar hakkında: “Benden sonra Ebûbekir ve Ömer’e tâbî olunuz!” buyurmuşlardı.
(Tirmizî, Menâkıb, 16/3662)
Bir kadın, Peygamber Efendimiz’e gelip bir meselesini arz etmişti.
Allah Resûlü de ona bâzı tavsiyelerde bulunmuş, bunları yaptıktan sonra tekrar kendisine gelmesini söylemişti.
Kadın: “–Ey Allâh’ın Resûlü, geldiğimde Siz’i bulamazsam ne yapayım?” diye sordu
Bu sözüyle Efendimiz’in vefâtını kastediyordu.
Resûlullah: “–Beni bulamazsan Ebûbekir’e git!” buyurdular.
(Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 5; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 10; Tirmizî, Menâkıb, 16/3676)
Kâsım bin Muhammed Hazretlerinin naklettiğine göre, Allah Resûlü son günlerinde Hazret-i Ayşe vâlidemize, şiddetli ağrılarından bahsederek şöyle buyurdular: “Ebûbekir’e ve oğluna haber gönderip halîfeliği Ebûbekir’e vasiyet etmeyi düşündüm.
Böylece bâzılarının halîfelik hakkındaki dedikodularını ve bu hususta arzusu olanların temennîlerini kesmek istedim.
Fakat sonra; «Allah Teâlâ, halîfeliği hak etmeyen birine vermez; mü’minler de halîfeliğe lâyık olmayan birini ondan uzak tutarlar.
Veya Allah Teâlâ, lâyık olmayan kişiyi hilâfetten uzaklaştırır, mü’minler de hak etmeyen kişiyi o makâma seçmezler.» diye düşünüp bundan vazgeçtim.”
(Buhârî, Merdâ 16, Ahkâm 51; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 11)
Bütün bunlar, Hazret-i Ebûbekir’in radıyallahu anh hilâfeti hususunda tartışmaya mahal bırakmayacak derecede açık hükümler ve kat’î delillerdir.
Hz. Ebûbekir’in Hutbesi Resûlullah Efendimiz vefât ettiğinde, Ensâr ve Muhâcirler, Sakîfe’de Hazret-i Ebûbekir’e radıyallahu anh bey’at ettiler.
Bir gün sonra umûmî bir bey’at daha oldu ve Peygamberlerden sonra insanlığın en hayırlısı olan Hazret-i Sıddîk insanlara şöyle hitâb etti: “Ey insanlar! En sâlihiniz olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş bulunuyorum.
Şayet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz!
Yanlış hareket edersem beni îkâz ediniz!
Doğruluk, emin bir şahsiyet olmanın göstergesidir.
Yalan ise hıyânettir.
Zayıf olanınız hakkını alıncaya kadar benim yanımda en güçlünüzdür.
Güçlü olanınız da kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya kadar benim nazarımda en zayıfınızdır.
Bir millet Allah yolunda cihâdı terk ederse zillete dûçâr olur.
İnsanlar arasında kötülük yayılırsa Allah o millete umûmî bir belâ verir.
Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz!
Şayet Allâh’a ve Resûlü’nün emirlerine riâyette kusur gösterirsem bana itaat etmeniz söz konusu olamaz.
Haydi, namazımızı kılalım, Allâh’ın rahmeti üzerinize olsun.”
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh daha sonraki bir hutbesinde de şöyle buyurdu: “Vallâhi benim hiçbir gün ve gecede kesinlikle idâreciliğe arzu ve rağbetim olmadı!
Allah Teâlâ’dan ne gizlice ne de açıktan böyle bir şey istemedim!
Lâkin insanların başıboş kaldığı o ortamda fitne çıkmasından korktum.
(Mes’ûliyet endişesiyle vazifeyi kabûl ettim.)
Yoksa idârecilikte benim için rahat yoktur.
Boynuma öyle büyük bir iş yüklendi ki, Allah Teâlâ’nın yardımı olmadan onu yapacak ne gücüm var ne de imkânım!
Şu anda benim yerimde, idârecilik hususunda insanların en kuvvetlisinin bulunmasını ne kadar isterdim!”
Muhâcirler Hazret-i Ebûbekir’in radıyallahu anh bu samimî sözlerini gönülden kabûllendiler.
Hazret-i Ali ile Zübeyr de yeni halîfeyi takdir ederek şöyle buyurdular: “…Hazret-i Ebûbekir, Resûlullah Efendimiz’den sonra bu işe insanların en fazla hak sahibi olanıdır.
Zira o, Efendimiz’in hicret esnâsında gizlendiği mağaradaki yegâne arkadaşıdır.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de kendisinden «ikinin ikincisi» diye bahsetmiştir.
Biz onun şerefini, büyüklüğünü biliyoruz.
Resûlullah hayattayken ona, imamlığa geçip insanlara namaz kıldırmasını emretmiştir.”
Resûlullah Efendimiz’in vefâtından bir ay sonraki bir hutbesinde ise Ebûbekir (r.a.) şöyle buyurdu: “Arzu etmediğim hâlde hilâfet vazifesine getirildim.
Vallâhi, benim yerime bir başkasının bu vazifeyi üzerine almasını ne kadar isterdim!
Dikkat edin!
Benden, size Resûlullah gibi davranmamı beklerseniz, buna gücüm yetmez!
Zira O, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine vahiy ikram ettiği ve yanlışlardan mâsum kıldığı bir zât idi.
Ben ise sizin gibi bir insanım, herhangi birinizden daha hayırlı da değilim.
Beni murâkabe/kontrol edin, istikâmet üzere olursam bana tâbî olun, ayağım kayarsa beni düzeltin!..”
Bu ifâdeler, Resûlullah Efendimiz’in güzel ahlâkının Hazret-i Ebûbekir’deki akisleridir.
Onun ne kadar mütevâzı ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlı bir Allah ve Resûlullah dostu olduğunun en bâriz göstergesidir.
Hz. Ebûbekir’in Yardımcıları Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh halîfe olunca, ashâb-ı kirâmdan kendisine yardımcı olmalarını taleb etti.
Ebû Ubeyde (r.a.) Beytülmâl işlerine yardımcı oldu, Hazret-i Ömer kadılık vazifesini üstlendi.
Ashâb-ı kirâm, Resûlullah Efendimiz’in terbiyesiyle insanlığın en fazîletli toplumu hâline gelmişti.
Bu sebeple, bir sene geçerdi de iki kişi bir dâvâ için mahkemeye gelmezdi.
Hazret-i Ali de Ebûbekir Efendimiz’e kâtiplik ve müşâvirlik yaptı.
Devamlı Halîfe’nin meclisinde bulunarak ümmet-i Muhammed’in nizam ve âsâyişini teminde ona yardımcı ve müsteşar oldu.
Sahte Peygamberler ve Ridde Olayları Peygamber Efendimiz’in en samimî dostu, yâr-ı ğâr’ı (mağara arkadaşı), kayınpederi, veziri, müsteşarı ve ilk halîfesi olan Hazret-i Sıddîk, hilâfeti döneminde -Allâh’ın lûtfuyla- çok büyük gâilelerin üstesinden geldi.
Bilhassa, Peygamber Efendimiz’in vefâtından sonra baş gösteren “ridde/dinden dönme” isyanlarını fevkalâde bir dirâyetle bastırdı.
Böylece İslâm devletinin dağılmasını engellediği gibi, fetihlerin artarak devâmını da sağlamış oldu.
Hazret-i Sıddîk, dînin hükümlerinden hiçbir şekilde tâviz vermedi, İslâm’ın sebatkâr bir müdâfii oldu.
Yine Allah Rasûlü r’in vefâtından sonra ortaya çıkan “zekât mükellefiyetini reddetme” hareketlerine karşı da büyük bir kararlılıkla mukāvemet gösterdi ve: “–Şayet zekât mallarından küçücük bir ip parçasını bile benden saklayıp onu vermezlerse onlara savaş açarım!..” dedi.
Böylece fitnenin büyümesine mânî oldu ve dîni tahrîfe sebep olacak bütün kapıları kapattı.
Onun bu kararlı ve cesur tavrına, adâlet ve celâdet âbidesi Hazret-i Ömer bile gıpta etmiş ve hayran kalmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm de Hazret-i Ebûbekir’in hilâfeti döneminde; daha önce yazılı olduğu hurma yapraklarından, yassı taşlardan, ince levhalardan ve hâfızların ezberlerinden büyük bir titizlikle toplanarak aynen Allah Rasûlü’ne nâzil olduğu şekliyle bir mushaf hâlinde bir araya getirildi.
Böylece dînî hususlarda çıkması muhtemel pek çok fitnenin önü alınmış oldu.
Velhâsıl Ebûbekir radıyallahu anh ümmet-i Muhammed’in Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde ilerlemesi, birlik ve beraberlik içinde yükselmesi için fevkalâde gayret göstererek pek mühim hizmetlere imza attı. Onun sadece 2 sene 3 ay süren hilâfeti, bütün bir İslâm tarihi için, vakti kısa, fakat gölgesi uzun ikindi zamanı gibi feyizli ve bereketli bir dönem oldu.

HZ. EBUBEKİR’İN VEFATI


İbn-i Ömer Hazretlerinin rivâyetine göre Hazret-i Ebûbekir’in radıyallahu anh vefâtına sebep olan şey, onun Resûlullah Efendimiz’in vefâtından duyduğu derin üzüntüdür.
Hakîkaten o, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in vefâtına o kadar üzülmüştü ki, mübârek vücudu eriye eriye iyice zayıfladı ve nihâyet vefât etti.
Hazret-i Ayşe şöyle anlatır: “Vefât ettiği hastalığı esnâsında babam Ebûbekir’in yanına girdim.
Bana: «−Peygamber Efendimiz’i kaç parça bez ile kefenlediniz?» diye sordu.
«−Gömlek ile başlık olmaksızın, üç parça beyaz pamuk bez ile kefenledik.» dedim.
«−Nebî r hangi gün vefât etmişti?»
«−Pazartesi.»
«−Bugün günlerden ne?»
«−Pazartesi.»
«−Benim vefâtımın da şu an ile gece arasında olmasını ümid ediyorum!» dedi.
(Akabinde:)
[«–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz!
Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi, Resûlullah’a en yakın olanıdır!» dedi. (Ahmed, I, 8, )]
Sonra Hazret-i Ebûbekir, hastayken giymiş olduğu üzerindeki elbiseye baktı, elbisede biraz zâferân lekesi vardı:
«−Bu elbisemi yıkayın, iki elbise daha ilâve edin ve beni bunlarla kefenleyin!» dedi.
Ben: «−Babacığım, bu elbise eski!» dedim.
Ebûbekir radıyallahu anh: «−Diri, yeni elbise giymeye ölüden daha lâyıktır. Ölünün giydiği kefen ise kan ve irinle kirlenecektir.» dedi.

Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh, salı akşamı (pazartesiyi salıya bağlayan akşam) vefât etti ve sabah olmadan defnedildi.”
(Buhârî, Cenâiz, 94) 2 sene 3 ay 10 günden beri hasretini çektiği Fahr-i Kâinât Efendimiz’in vuslatına nâil oldu.
Allah ondan râzı olsun.
Resûlullah Efendimiz gibi 63 yaşında vefât etmişti
O gün tarih 22 Cemâziyelâhir 13 (23 Ağustos 634) idi.
Not: Hz. Ebubekir’in kabri şerifi Ravza-i Mutahhara’da Peygamber Efendimiz ile Hz. Ömer’in kabrinin arasında bulunmaktadır.

HZ. EBUBEKİR’İN SON SÖZLERİ

Son sözleri şu âyet-i kerîmedeki niyâz olmuştu: “…
(Allâh’ım!) Canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” (Yûsuf, 101)

HZ. EBUBEKİR’İN HİKMETLİ SÖZLERİ

“Allah rızâsı murâd edilmeyen sözde; Allah yolunda harcanmayan malda; Cehâleti hilmine gâlip gelen kimsede; Allah için yapacağı bir işte, ayıplayanın ayıplamasından korkan kimsede hayır yoktur.”
“Allah ile mahlûkâtından hiçbiri arasında bir nesep bağı yoktur. Hayırlara nâil olmak, kötülüklerden korunmak (ve Allâh’a yakınlık), ancak O’na itaat ve emirlerine tâbî olmakla mümkündür.”

“Şunu iyi bil ki Cenâb-ı Hakk’ın gündüz yapılmasını istediği bir amel vardır, onu gece kabûl etmez; gece yapılmasını istediği bir amel vardır, onu da gündüz kabûl etmez!”

“Allah, kulunun amelsiz sözünden râzı olmaz.”
“Çok söz, kişiyi unutkan yapar.”
“Ne söylediğini, ne zaman söylediğini ve kime söylediğini iyi düşün!”
“Allah dostları (mizaçlarına göre) üç sınıftırlar.
Her üç sınıf da, üçer alâmetle bilinir:
Birinci sınıf (Hak dostları), havf (korku) hâlinde olanlardır.
Bunlar; Dâimâ mütevâzıdırlar.
Hayır-hasenatları ne kadar çok olsa da onu az görürler.
En küçük hatâlarını bile büyük görürler.
İkinci sınıf (Hak dostları), recâ (ümit) sahibi kimselerdir.
Bunlar da; Her hâl ve hareketlerinde insanlara fazîlet ve güzellikler sergileyerek örnek olurlar.
Mallarını Hak yolunda sarf ederek insanların en cömertlerinden olurlar.
Allâh’ın kullarına karşı dâimâ hüsn-i zan içindedirler.
Üçüncü sınıf (Hak dostları) ise, aşk ve muhabbet vecdiyle Rabbine ibadet eden (ârifler)dir.
Bunlar da; Sevdikleri şeyleri (Allah için) infâk ederler.
Her hâl ve hareketlerinde Allah rızâsını hedefler, bu yüzden câhillerin kınamalarına aldırmaz, onların kaba davranışlarından rahatsız olmazlar.
Nefislerine ağır gelen şeyleri nefislerinin muhâlefetine rağmen îfâya çalışırlar; bütün hâl ve hareketlerinde Allâh’ın emir ve nehiylerine itaat ederler.”

“Hakk’ı tanıyan âriflerin kölesi ol!”
“Sana yol göstermek isteyenden hâlini gizleme!
Aksi takdirde kendini aldatırsın.”
“Kendini ıslah et ki insanlar da sana karşı iyi davransınlar.”
“Dört kimse Allâh’ın sâlih kullarındandır:
Tevbe eden kişiyi gördüğü zaman sevinen,
Günahkârların affı için Rabbine yalvaran,
Din kardeşine gıyâbında duâ eden,
Kendinden muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan.”
“Îman sadece câmilerde (olur da hayatın bütün safhalarına aksettirilmezse), mal cimrilerde, silâh korkaklarda, yetki zayıflarda olursa işler bozulur.”
“Akıllı kimse, takvâ sahibi olan; akılsız da zâlim olandır.”
“Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de vereceğini vaad ettiği mükâfâtı azap ile birlikte zikretti ki bu vesîleyle kul ibadete rağbet etsin ve azaptan korksun.”
“Bir hayrı kaçırırsan onu yakalamaya çalış, elde edince de onu geçmeye bak, daha güzelini yapmaya gayret et!”
“İnsanlara iyilik etmek, kişiyi âfetlerden ve belâlardan muhâfaza eder.”
“Komşunla kavga etme, herkes gider o kalır.”

“Şöhretten kaç ki şeref seni takip etsin.
Ölüme karşı hazırlıklı ol ki sana hayat verilsin.”
“Hiçbir belâ yoktur ki ondan daha kötüsü olmasın.”
“Sabırda zarar; hüzün ve telâşta fayda yoktur.”
“Sabır îmânın yarısı, yakîn (şüpheden uzak, kuvvetli bir itmi’nan hâli) ise tamamıdır.”
“Allah’tan âfiyet isteyiniz.
Hiç kimseye yakînden sonra âfiyetten daha fazîletli bir şey verilmemiştir.”
“Bana göre âfiyette olup şükretmek, (bir musîbetle) imtihan edilip sabretmekten daha makbûldür.”
“Dünya mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz sermâyeleri; güzel ameller ticaret malları; cennet kazançları; cehennem de zararlarıdır.”
Hazret-i Sıddîk bir kimse kendisini medhedince şöyle derdi:
“Allâh’ım, Sen beni benden daha iyi bilirsin.
Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim.
Allâh’ım, beni onların zannettiğinden daha hayırlı eyle!
Onların bilmediği hatâlarımı mağfiret eyle, söyledikleri sözler sebebiyle de beni hesâba çekme!”

“Kul, dünya nîmetlerinden bir şey sebebiyle kibirlendiğinde Allah Teâlâ, o nîmet kulundan gidinceye kadar ona buğzeder.”

“Övünmekten sakının!
Topraktan yaratılan, yine toprağa dönecek ve kurtlar tarafından yenilecek olan insanın övünmek neyine!
O, bugün canlı, yarın ölüdür.”

Hz. Ebûbekir bir hutbesinde de şöyle buyurmuştur: “Nerede herkesin hayran olduğu güzel yüzlü insanlar!
Nerede gençliğine mağrur olan yiğitler!
Nerede ihtişamlı şehirler kurup etrâfını yüksek surlarla çeviren hükümdarlar!
Nerede harp meydanlarının mağlûbiyet tanımayan kahramanları!
Zaman hepsini çürütüp yerle bir etti.
Hepsi kabrin karanlıklarına gömülüp gittiler.
Acele edin, acele edin!
Vakit geçmeden aklınızı başınıza alın da ölüm ötesine bir an evvel hazırlanın!
Kendinizi kurtarın, kendinizi kurtarın!”
“Allâh’ın, sizden önce gelip geçen kullarının hâlini tefekkür edin! Dün nerede idiler, bugün neredeler?”


Sahabe Efendilerimiz Radıyallâhü Anh
 

 A  B
 C  D
 E  F
 H  İ
 K  M
 N  O
 R  S
 T  U
 V  Z


 
 
Bugün 135 ziyaretçi (185 klik) kişi burdaydı!

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol