Dıhyetü’l-Kelbî (r.a.)
 

Dihye b. Halîfe b. Ferve el-Kelbî
(ö. 50/670)
Hz. Dıhye, Medineliydi.
Asıl ismi “Dıhye bin Halife” idi.
Fakat o, “Dıhyetü’l-Kel­bî” ismiyle meşhur olmuştu.

Sima olarak Ashâbın en güzel olanıydı.
Cebrail birkaç defa Peygamberimize onun suretinde geldi.

Sahabiler onu gördükleri zaman Dıhye mi, yoksa Cebrail mi olduğunu ayırt edemezlerdi.
Dıhye ticaretle uğraşırdı.
Hz. Peygamber’in Herakleios’a elçi olarak gönderdiği sahâbîmiz.

Müslüman oluyor

Müslüman olmadan önce de Re­sû­lul­lah’a
muhabbet duyar, her gelişinde ona bir hediye getirirdi.
Fakat Peygamberimiz, “Eğer be­nim gerçekten memnun olmamı istiyorsan Müslüman ol da, cehennem ateşin­den kurtul.” buyurarak onu İslamiyet’e davet ederdi.
Bedir Gazası’ndan sonraydı...
Cebrail (a.s.), Dıhye’nin Müslüman
olacağını müjdeledi.
Çok geçmeden Dıhye geldi.
Peygamberimiz ona olan iltifatını açık­ça 
göstermek maksadıyla mübarek sırtından hırkasını çıkardı,üzerine oturması için uzattı.
Dıhye hırka­yı aldı, öptü, katladı, başının üzerine koydu.

Sonra da Kelime-i Şehadet getirerek
Müs­lüman oldu.

Cebrail (as) onun suretinde gelirdi

Cebrâil (aleyhisselâm) çok defa Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûruna O’nun sûretinde gelirdi. 
Resûlullah ( aleyhisselâm ) Benî Ümeyye’den üç kimseyi üç kimseye benzetti ve buyurdu: “Dıhyet-ül-Kelbî, Cebrâil’e (aleyhisselâm); Urve bin Mes’ûd-es-Sekâfî Îsâ’ya (aleyhisselâm) Abdülüzzi ise Deccâl’a benzer.” 
Yine bir gün Cebrâil (aleyhisselâm)
Hazreti Dıhye sûretinde Resûlullaha ( aleyhisselâm ) geldi.
Bu sırada Resûlullah ( aleyhisselâm )
Mescid-i Nebî’de bulunuyordu.
Daha çocuk yaşta olan Hazreti Hasan ile Hazreti Hüseyin de mescidde oynuyorlardı.
Dıhye’yi ( radıyallahü anh ) görünce 
hemen ona doğru koştular.

Cebrâil’i (aleyhisselâm) Dıhye zannedip 
yanına vardılar ve ceplerine ellerini 
sokup, bir şeyler aramaya başladılar.

Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm )
buyurdu ki; “Ey kardeşim Cebrâil?
Sen benim bu torunlarımı edebsiz zannetme.
Onlar seni Dıhye sandılar.
Dıhye ne zaman gelse hediyye getirirdi. 
Bunlar da hediyelerini alırlardı.
Bunları öyle alıştırdı.”
Cebrâil (aleyhisselâm) bunu işitince üzüldü. 
“Dıhye bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim” dedi. 
Elini bir uzattı Cennetten bir salkım üzüm kopardı Hazreti Hasan’a verdi.
Bir daha uzattı, bir nar kopardı Hazreti Hüseyin’e verdi.
Hasan ve Hüseyin ( radıyallahü anh )
hediyelerini alınca Dıhye zannettikleri
Cebrâil’in (aleyhisselâm) yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî’de oynamaya devam ettiler.

Bu sırada mescidin kapısına, ak sakallı, elinde baston, toz toprak içerisinde beli bükülmüş ihtiyâr bir kimse geldi.
“Yavrularım günlerdir açım, Allah rızası için yiyecek bir şey verin” dedi.

Hazreti Hasan ile Hüseyin, biri üzümü diğeri de narı yiyecekleri sırada bu ihtiyârı böyle görünce, hemen yemekten vazgeçip ihtiyâra vermek için mescidin kapısına doğru yürüdüler.
Tam verecekleri sırada Cebrâil (aleyhisselâm) gördü: “Durun, vermeyin o mel’ûna!
O şeytandır.
Cennet ni’metleri ona haramdır” buyurarak şeytanı kovdu.

Hicretin beşinci senesi Resûlullah
( aleyhisselâm ), Benî Kureyza’ya kavuşmadan önce Medine’nin yakınında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kiramdan bir cemâate rastladı ve şöyle dedi: “Size kimse rastlamadı mı?” dediler ki: “Yâ Resûlallah bize, Dıhye bin Hâlife el-Kelbî rastladı.
Eğerli beyaz bir katır üzerine binmişti
O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı. 
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: 
“Bu Cibril’dir.


Hz. Dıhye bundan sonra Peygamberimizle birlikte bütün gazalara iştirak etti.


Elçi  (M. 629)

Hicret’in 7. yılında ise Bizans İmparatoru
Herakliyus’a elçi olarak gönde­rildi.

Bu imparatoru İslam’a davet etti.
Dıhye’nin elinde Peygamberimizin 
davet mektubu vardı.

Dıhye (r.a.) daha önce birkaç defa seyahate çıktığı için başka ülkelerde nasıl hareket edileceğini çok iyi biliyordu.
Verilen vazifenin ehemmiyetini ve büyük bir dikkat gerektirdiğinin de şuurundaydı.
Birçok insanın Müslüman olması ve­ya
İslamiyet’i reddetmesi kendisine bağlıydı.

Bu sebeple ihtiyatlı hareket etmesi gerekiyordu.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Hz. Dıhye, hükümdarın bulunduğu Kudüs’e vardı.

Kudüs halkı, hükümdarın huzuruna
çıkmadan önce kendisine ba­zı tavsiyelerde bulundular.

“Hükümdarın huzuruna çıktığında,  kendisini görür görmez hemen yere kapan, izin vermedikçe de başını yerden kaldırma.” dediler.
Dıhye (r.a.), Müslüman olduktan sonra 
sadece Allah’a secde etmişti.

Artık O’ndan başkası kim olursa olsun secde edemezdi.“
Ben bunu asla yapamam!
Allah’tan başkasına da secde etmem.” dedi.
Böyle yapmadığı takdirde hükümdarın 
mektubunu almaya­cağını söyledilerse de,
Dıhye buna kesinlikle razı olmadı.

Bunun üzerine başka bir tav­siyede bulundular.
“Sen mektubunu hükümdarınn tahtının üzerine koy.
Hükümdar onu alınca mektubun sahibini çağırır.” dediler.
Hz. Dıhye bunu kabul etti.
“İşte, bu olur.” dedi.
Denileni yaptı.
Biraz sonra hükümdar mektubu aldı.
Arapça olduğunu görün­ce tercüman 
çağırttı ve okuttu.

Sonra da o sırada orada bulunan Ebû Süfyân’ı huzuru­na çağırttı.
Ona Peygam­berimiz hakkında birçok sual sordu.
Ebû Süfyân o sırada Müslüman olmamıştı.
Fakat hükümdarın bütün sorularını doğru olarak cevaplandırdı.
Kendisi bu hu­susta şöyle der: “Vallahi onun hakkında bana sorulanlar hususunda söyleyece­ğim yalanı arkadaşlarımın orada burada anlatmalarından korkmasaydım, 
mu­hakkak yalan söylerdim!”

Herakliyus, Peygamberimiz hakkındaki
suallerine aldığı her cevaptan sonra,
“Zaten peygamberler böyledir.” diyordu. 
Mektup gönderen zatın “son peygam­ber”
olduğuna kesin olarak inanmıştı. 
Dıhye (r.a.), Herakliyus’un kalbinin
İslamiyet’e iyice ısındığını görünce
ümit­lendi. 
Onu İslamiyet’i kabul etmeye davet etti. 
Tebliğ usulünü iyi biliyordu. 
Za­ten Re­sû­lul­lah da onu bu liyakati 
için görevlendirmişti. 
Şöyle dedi: “Beni sana gönderen zat, 
senden hayırlıdır.
Sen benim sözlerimi alçak gönüllülükle dinle.
Verilen öğüdü kabul et.
Bunu yaparsan öğüdü anlarsın. 
Öğüt kabul etmezsen insaflı olmazsın.”

Sonra da, “Mesih İsâ namaz kılar mıydı?”
diye sordu.
Hükümdar, “Evet.” dedi.
Dıhye (r.a.), “Öyle ise ben seni, Mesih’in Kendisi için na­maz kılmış olduğu Allah’a imana davet ediyorum.
Ben seni daha Mesih anne­sinden doğmadan önce gökleri ve yeri yaratıp idare etmekte olan Allah’a davet ediyorum.
Ben seni, Mûsâ’nın, ondan sonra da
İsâ’nın geleceğini haber verip müjdelediği
ümmi Peygamber’e iman etmeye davet ediyorum.
Şayet sen bu hu­susta bir şey biliyor,dünya ve ahiret saadetini elde etmek istiyorsan onları hatırla. 
Aksi takdirde ahiret saadetin elinden gider. 
Dünyada da şirk ve inkâr karanlığı içinde kalırsın.
Şunu da iyi bil ki, Rabb’in olan Allah, diktatörleri helak edici ve nimetleri de değiştiricidir.”

Herakliyus, Peygamberimize inanıyordu.
Fakat saltanatından korktuğu için imanını açıklayamıyordu.
Bunu şu sözleriyle ifade etti:“Allah senin iyiliğini versin, seni rahmetine erdirsin!
Ben iyi biliyorum ki, senin yanından geldiğin kimse, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir.
Zaten biz onun gelmesi­ni bekleyip duruyorduk.
Kitaplarımızda onun ismini ve vasıflarını yazılı bul­muştuk.
Fakat ben hayatım hakkında Rumlardan korkuyorum!
Eğer halkımdan emin olsaydım, her türlü güçlüğe katlanarak ona tabi olur, hizmet ederdim.
Sen şimdi Dağatır’a git.
O, Hıristiyan âlimlerinin büyüklerindendir. 
Onu da İslamiyet’e davet et.”
Zaten Peygamberimiz, Uskuf Dağatır’a 
da bir mektup yazmıştı.
Hz. Dıhye va­kit geçirmeden Dağatır’a gitti.
Peygamberimizin mektubunu takdim etti. 
Pey­gamberimiz mektubunda onu 
İslamiyet’e davet ediyor ve şöyle diyordu:
“İman edenlere selam olsun!
Şüphe yok ki, Meryem oğlu İsâ, Allah’ın Meryem’e ilka eylediği pak ve temiz kelimesidir.
Ben, Allah’a, Allah tarafından bize indirilen­lere, İbrâhim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, bunların torunlarına indirilenlere, Mûsâ ve İsâ’ya verilenlere ve 
bütün Peygamberlere Rab’leri katından verilenlere inanırım.
Biz onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.
Hepsinin peygam­ber olduğuna inanırız. 
Biz Allah’ın emirlerine boyun eğen Müslüman’larız. 
Selam, doğru yola tabi olanlara olsun!” 

Uskuf Dağatır âlim biriydi ve Bizans’ın baş patriğiydi.
Kitaplarından son pey­gam­be­rin çıkacağını 
öğrenmiş, vasıflarını okumuştu. 
Mektubu okur okumaz, “Allah’a ye­min ede­rim ki, senin efendin, Allah’ın gönderdiği peygamberdir. 
Biz onun ismini ve vasıf­la­rını biliyorduk.” dedi ve tereddüt göstermeden iman etti.

Sonra da bir odaya geçti ve üzerindeki siyah elbiseleri çıkardı, beyaz bir elbise giydi.
Artık kara elbiselerin, ka­ra düşüncelerin yeri kalmamıştı.
Öyle ise beyaz­lara, aydınlıklara bürünmek gerekiyordu.
Başpatrik evine kapandı ve hiç dışarı çıkmaz oldu.

Dıhye de (r.a.) onu yalnız bırak­mı­yor, sık sık ziyaretine gidiyordu.
“Uskuf Dağatır” ismindeki başpatrik, o pazar, kili­se­deki âyine iştirak etmedi.
Bu arada halk, başpatrikteki bu deği­şiklikten haberdar ol­muştu.
Kızgın ve bağnaz Rumlar, başpatriğin evinin etrafını çevirdiler, hiddetle ve şiddetle ba­ğırarak başpatriğin kendilerine hitap etmesini istediler.
Ama artık Uskuf Dağatır onla­rın başpatriği değil, Ahir Zaman Peygamberi’nin bir ümmeti olmuştu ve onun yakın dostlarından Dıhyetü’l-Kelbî ile belki de son konuşma­larını ve görüşmelerini yapmaktaydı.

Uskuf, Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) hitaben bir mektup yazmıştı.
Dıhye’ye (r.a.) verdi: “Bu mektubu al, efendimize git ve ona selamımı söyle.
Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Peygamber’i olduğuna şehadet ettiğimi kendisine haber ver.
Ben ona iman ettim, onu tasdik ettim ve ona tabi oldum.
Fakat gördüğün gibi, bu adamlar bunu inkâr ediyorlar.
Bu gördüklerini de aynen efendimize anlat.”
Dışardaki kızgın kalabalık, Dağatır’ın Dıhye ile (r.a.) görüştüğünü sezmişler­di.
Şöyle bağırıyorlardı: “Ya o çıkar ya da biz içeriye geliriz!
Bu Arap geldiğinden beri biz sendeki değişikliği görüyor ve senden hoşlanmıyoruz zaten…”
Uskuf Dağatır, Dıhye’yi gönderdikten sonra, üstünde beyaz elbiseleri ve elin­de âsası ile halkın huzuruna çıktı.
En küçük bir pervası yoktu.

Belki öldürüleceğini, şehit olacağını biliyordu.
Ama artık ehemmiyeti yoktu.
Çünkü Âhir Zaman Peygamberi’ne ümmet olmuştu.

Halka şöyle hitap etti.
“Ey Rum cemaati! Bize Ahmed Peygamber’den bir mektup geldi.
Bizi Allah’a ima­na davet ediyor.
Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur.
Ahmed de O’nun kulu ve Resûlüdür.” dedi.

Halk, yaydan fırlayan ok gibi hep birlikte onun üzerine saldırdılar.
Ve o mübarek zatı şehit etmeden bırakmadılar.
Bundan sonra Hz. Dıhye tekrar hükümdarın yanına gitti.
Durumu haber verdi.
Hüküm­dar, “Ben sana, hayatımız hakkında onlardan korkarız, dememiş miydim?
Ye­min ederim ki, Dağatır onların yanında benden daha saygı değer biriydi.” dedi.
Sonra da birçok hediye vererek Hz. Dıhye’yi gönderdi
Dıhye (r.a.), Medine’ye dönerken yolda çapulcuların saldırısına uğradı.
Ya­nında bulunan her şeyi aldılar.
Dıhye, Medine’ye elleri boş girdi.
Hemen Resulullah’ın huzuruna çıktı.
Olup bitenleri başından sonuna kadar nakletti.
Rum hükümdarının mektubunu verdi. Peygamberimiz mektubu okudu.
Sonra da şöyle buyurdu: “O bir müddet daha saltanatta kalacaktır.
Mektubum yanlarında bu­lundukça onların saltanatı devam edecektir.”
Saltanatının devam etmesinin bu mektuba bağlı olduğunu hükümdar da anlamış,
Re­sû­lul­lah’ın mektubunu atlas bir ipeğe sarıp altından bir borunun içine koyup saklamıştı.
Bu mektubun sak­lanmasını kendinden sonra gelenlere de vasiyet etmişti. Gerçekten de öyle oldu; mektup kaybolduğunda, bu hanedan, saltanatı kaybetti.


İmparator Herakliyus, Dıhye’den (r.a.) sonra Peygamberimize (a.s.m.) bir mektup yazdı.
İtimat edilen ve “Tenûhî” ismiyle tanınan birini Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) gönderdi ve ona şu teklifte bulundu: “Bu mektubu o zata götür.
Sözlerini dikkatle dinle. 
Sana söyleyeceği üç şey hususundaki sözleri iyice aklında tut, ezberle.
Bu üç şey şudur: Bana gönderdiği 
mektuptan bahsedecek mi? 
Mektubumu okuyunca geceyi hatırlayacak mı? 
Sır­tında seni şüpheye düşürecek bir şey var mı?” 
Tenûhî, hükümdarın mektubunu
alarak yola koyuldu.
Aylar süren yolculuk­tan sonra Tebük’te Re­sû­lul­lah’a ulaştı.
Re­sû­lul­lah o sırada Ashâbıyla birlikte
bir su kenarında sohbet etmekteydi
Önüne kadar gitti.
Herakliyus’un mektubunu Re­sû­lul­lah’a verip oraya oturdu.
Resûl-i Ekrem mektubu alıp koynuna koydu. 
Sonra aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“Sen kimsin?” 
“Tenûhî’yim.”
“Atanız İbrâhim’in dini olan Hanif dininden misin?” 
“Ben bir kavmin elçisiyim ve henüz o kavmin dinindenim.
Elçisi olduğum milletin yanına dönmedikçe dinlerini de terk etmeyeceğim.” 
“Tenûhî kardeşim!
Allah, dilediklerini doğru yola ulaştırır. 
Ben sizin hüküm­darınıza bir mektup yazdım. 
Ona cevap vermedi.” 
Tenûhî, Re­sû­lul­lah’ın son sözleriyle, 
hükümdarın sorduğu üç meseleden birisine cevap verdiğini anlamıştı.
Hemen sadağından bir ok çıkararak, 
kılıcının kı­nı üzerine not etti.
Resûl-i Ekrem daha sonra hükümdardan 
gelen mektubu koynundan çıkara­rak, 
sol tarafında oturan Muâviye’ye 
verip okumasını istedi.
Kral mektubunda söyle demekteydi:
“Müttakiler için hazırlanmış, yeri ve göğü kaplayan büyük bir cennete beni çağırıyorsun. 
Peki, cehennem nerededir?” 
Re­sû­lul­lah buna şöyle cevap verdi: 
“Fesubhânallah! 
Peki, gündüz olunca ge­ce nerededir?” 
Re­sû­lul­lah bu sözüyle, Herakliyus’ün söylemiş olduğu ikinci meseleye de te­mas etmişti. 
Tenûhî bunu da hemen kılıcının kını üzerine yazdı.
Mektubun okunması bittikten sonra Re­sû­lul­lah, Tenûhî’yi, kendisini ağırlayacak olan Hz. Osman’a teslim etti.
Kalkıp giderlerken Resûl-i Ekrem (a.s.m.) el­çiye seslendi: “Ey Tenûhî, buraya gel.” Re­sû­lul­lah sırtındaki elbisesini çıkara­rak “İşte, sana sorulan buradadır.” dedi ve iki kürek kemiği arasındaki nübüvvet mührünü Tenûhî’ye gösterdi.
Böylelikle, kralın sorduğu üç meseleye de Pey­gamberimiz (a.s.m.) cevap vermişti.
Tenûhî bütün bu olup bitenleri, gidip hükümdara anlattı.
Bundan büyük bir kuvvet alan Herakliyus, Bizans’ın ileri gelenlerini Humus’taki sarayında topladı.
Salonun bütün kapılarını kapattırarak şöyle konuş­tu: “Rum ülkesinin ileri gelenleri!
Kurtuluşa ermek, kemale ulaşmak ve sahip ol­duğu­nuz yerlerde devamlı kalmak ister misiniz?
Öyle ise, gelin, bu peygambere tabi olalım.”
Bu sözleri işiten mutaassıp Rumlar âdeta hayvanlar gibi homurdanmaya ve bağrışıp ça­ğrışmaya başladılar.
Ayaklanarak kapılara koşuştular. Herakliyus mahzun, mükedder ve meyus bir şekilde, tekrar huzuruna getirilmelerini emret­ti.
Onların nefretini görmüş, ar­tık iman etmelerinden ümidini kesmişti.
Saltana­tını ve hayatını muhafaza endişesi, ima­nını açıklamasına mâni olmaktaydı.
Tek­rar toplanan Rum ileri gelenlerine şöyle dedi: “Biraz önceki sözlerimi, sizin dininize son derece bağlı olduğunuzu anlamak için söyledim!
Gördüm ki, dininize gerçekten bağlı ve ondan razısınız...”
Herakliyus bundan sonra bir daha etrafına Peygamberimizden ve İslamiyet’ten söz edemedi. 

Efendimiz'den (sav) sonra

Hz. Dıhye, bundan sonra da Re­sû­lul­lah’ın hizmetinde bulunmaya devam etti.
Peygamberimizin vefatından sonra Dört Halife zamanında Allah ve Resûlü uğrunda hizmet etmekten geri durmadı.

Hz. Ebû Bekir zamanında Suriye Seferi’ne katıldı.

Hz. Ömer zamanında Yermük Savaşı’nda bulundu.
Çok büyük kahra­manlıklar gösterdi.
Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti. 


Vefatı

Hicret’in 50. yılında, Hz. Muâviye’nin  hilafeti zamanında vefat etti.



Heraklius'e gönderilen mektup

“Bismillâhirrahmânirrahîm
(Rahmân ve Rahim olan, Allahü teâlânın ismi ile başlarım)

Allah’ın Resûlü Muhammed’den, Rumların büyüğü Herakl’e” diye başlandığını görünce Herakliüs’ün kardeşinin oğlu Yennak, çok kızdı ve tercümanın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu ve adamı yere oturttu.
Bu sırada Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mektûbu da tercümanın elinden düştü.
Heraklius ona ne yaptığını sorduğu zaman, “Mektûbu görmüyor musun.
Mektûba hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de senin hükümdâr olduğunu söylemeyip (Rumların büyüğü Herakl’e) demiş.
Niçin (Rumların hükümdârı) diye yazmamış ve senin isminle başlamamış?
Onun mektûbu bugün okunmaz.” dedi.
Bunun üzerine Heraklius “Vallahi sen yâ çok akılsızsın veya koca bir delisin.
Ben senin böyle olduğunu bilmiyordum.
Ben daha mektûbun içinde ne olduğuna bakmadan yırtıp atmak mı istiyorsun?Hayatıma yemîn ederim ki: Eğer O söylediği gibi Resûlullah ise, mektûbuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların büyüğü diye anmakta haklıdır.
Ben ancak onların sahibiyim.
Hükümdârları değilim.” dedi ve Yennak’ı dışarı çıkarttı.
Hıristiyan âlimi ve Hıristiyanların reîsi ve kendisinin, müşaviri olan Üsküfü çağırttı ve mektûb okundu.
Mektûbun devamı şöyleydi: “Allahü teâlânın hidâyetine tâbi’ olana selâm olsun.
Bundan sonra; Ben seni İslâm’a davet ederim.
Müslüman ol ki, selâmet bulasın.
Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin.
Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebali senin üzerinedir.
Ey ehl-i kitab sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin; Allahü teâlâdan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım.
Allahü teâlâyı bırakıp bazılarımız bazılarını Rab edinmesinler.
Eğer bu sözden yüz çevirirlerse: (Şahid olunuz. Biz müslümanız), deyiniz.” Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mektûbu okunurken Heraklius’un alnından ter taneleri dökülüyordu.

Mektûb bitince “Hazreti Süleymân’dan sonra ben böyle (Bismillâhirrahmânirrahîm) diye başlıyan bir mektûb görmemiştim” dedi.


Sahabe Efendilerimiz Radıyallâhü Anh
 

 A  B
 C  D
 E  F
 H  İ
 K  M
 N  O
 R  S
 T  U
 V  Z


 
 
Bugün 9 ziyaretçi (14 klik) kişi burdaydı!

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol